Evrensel Din
Universal Religion
ALLAH’IN DİNİNİ
HATIRLAYALIM
Ömer Ertuğrul Atasoy
İÇİNDEKİLER
1- Giriş
2- Yaratılış
3- Din
4- İman
5- İbadet
6- Hedef
7- Yol
8- Uyanma-Diriliş
9- Düşünme
10- Tekamül-Yükseliş
11- İslam ve Barış
12- Kaynaklar
Aileme, gönül dostlarıma ve Kur’an’ı ana dilimde okuyabilmemi sağlayanlara teşekkür ederim
Ömer Ertuğrul Atasoy
Ekim 2003 ANKARA
GİRİŞ
Kur’an’ın Türkçe tercümesini ilk okuduğumda kendime şu soruyu sordum. Ben Kur’an’da ne gördüm? Hemen bulduğum cevap MÜJDE idi . Aynı soruyu tekrar sorduğumda bulduğum cevap ise İNSAN idi. Anladım ki Kur’an insana İlahi Alemden ulaşan müjde idi. Kur’an’ın Türkçe tercümesini okuduğumda anladığım başka bir gerçek, başka kitap bağımlıları, ki onlar toplumumuzda Yahudiler ve Hıristiyanlar olarak bilinir, hakkında yerleşik olan fikirlerin doğru olmadığı idi. Kur’an adı geçen toplumları Kitap Verilenler olarak anar. Adı geçen toplumların takip ettikleri kitaplar ise bilindiği gibi Eski Ahit ve Yeni Ahit’tir. Eski Ahit, Musa’ya verilen Tevrat, ki beş kitaptan oluşur, ve Musa’dan sonra gelen diğer Yahudi peygamberlerine verilen kitaplardan meydana gelir. Yeni Ahit ise İsa’nın verdiği mesajın dört havarisi tarafından yazılmış İncil metinleri ile, İsa’dan sonra, İsa’nın öğrencileri tarafından yazılmış metinlerin toplamıdır. Musa’ya inanan Yahudi toplumu sadece Eski Ahit’i takip ederken, İsa’ya inananlar ise hem Yeni Ahit’i hem de Eski Ahit’i takip ederler.
Bilindiği gibi, aynı coğrafyada ortaya çıkan Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kur’an, insanlık ailesine din öğretisinin kitapları olarak gönderilmiştir. Verilen sıralama aynı zamanda bu üç kitabın toplumlara verildiği dönemlerin tarihsel sıralamasını da gösterir. Bu kitapların incelenmesi sonunda şahsen anlayabildiğimiz, her kitapta verilen mesajın aynı olduğudur. Bu ortaklık her üç kitaptan alınan ayetlerle, sunulan bu çalışmada, vurgulanmaya çalışılmıştır. Adı geçen din öğretisi kitaplarının incelenmesi ilahi mesajın, insanlığın atası olduğuna inanılan Adem’den itibaren başlatıldığını hissettirmektedir. Anlaşılan ilahi mesajın iletildiği toplum bir süre sonra muhtemelen beşeri zaaflar yüzünden din öğretisinin gösterdiği yoldan sapmakta ve o yüzden yeni öğretmenler gelmektedir. Her yeni gelen öğretmen toplumuna daha önce verilenleri aslında hatırlatmaktadır. Bu hatırlatmanın özünde, belki de, beşere insan olduğunu hatırlaması arzusu vardır.
Bu çalışma bilimsel bir çalışma değildir. Yazarın kendi beşeri limitleri içinde farkına varabildiğini sandığı bazı gerçekleri, üç vahiy kitabını temel alarak, ilgilenenlere, unutulmuş olabileceği düşüncesiyle iletmeye gayret ettiği bir metindir. Kitapta görülecek konu başlıkları sadece okuma kolaylığını sağlamaya yöneliktir. Gerçekte ise sunulan çalışma bir bütündür. Çünkü üzerinde çalışılan konu; din öğretisinin kendisinin, bir bütün olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmanın ilk iki bölümünde, Eski Ahit, Yeni ahit ve Kur’an’ın mesajının aynı olduğu ve aynı din öğretisini insanlık ailesine iletmeye çalıştığı, her kitabın ayetleri arasındaki benzerliklerle vurgulanmaya çalışılmıştır. Geri kalan bölümler ise yazarın kendi kişisel tercihleri ile isimlendirilmiş ve her bölümde işlenen konuların desteklenmesi gayesi ile adı geçen üç vahiy kitabından ayetler, herhangi bir kitap tercihi söz konusu olmadan, verilmiştir. Çünkü yazar yönünden üç vahiy kitabı arasında bir fark yoktur. Fark sadece her vahiy kitabını tebliğ edenin isminin farklı oluşudur.Kitap içinde yararlanılan ayetler çeşitli bölümlerde tekrar edilmiştir Bu durum özellikle Kur’an ayetleri için böyledir. Yazarın belirtmeye çalıştığı bazı fikirler de, çeşitli bölümler de ilgisi yüzünden tekrar edilmiştir.
Sunulan bu çalışmada üç vahiy kitabının aynı olması yüzünden, günümüzde sanıldığı gibi, üç kitabın farklı dinlerin kitabı olamayacağı, ancak her bireyin kitaplardan herhangi birini veya birden fazlasını,özgür iradesi ile seçebileceği vurgulanmaya çalışılmıştır.
Bu çalışma, dünyamızda yaşayan insanların gerçekte tek bir insanlık ailesi olduklarını hatırlayabilmeleri doğrultusunda çok küçük bir adım atılmasına yardımcı olabilirse, hizmet başarıya ulaşmış olacaktır.
Çalap Adem cismini topraktan var eyledi
Şeytan geldi Adem’e tapmağa âr eyledi
Yunus Emre
YARATILIŞ
Yaratılış konusu Eski Ahit’ın Yaratılış bölümünde detaylı olarak kendine özgü bir anlatım şekliyle verilir. Elimizdeki değişik kaynaklar da çok az farklılıklar olsa da genel olarak aynı şeylerden bahsedilir. Yaratılış konusu Kur’an’da da ele alınır, ancak ayetler her konuda olduğu gibi Kur’an’ın çeşitli surelerine dağılmış bulunmaktadır. Yaratılış konusunda Eski Ahit’ın Yaratılış bölümünden bazı ayetleri hatırlayalım:
(Eski Ahit,Yaratılış) 1-1,2 Başlangıçta Tanrı evreni yarattığında, dünya şekilsiz ve ıssızdı ; ve derin bir karanlık içindeydi. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.
(Eski Ahit,Yaratılış) 1-3,4,5 Tanrı “ışık olsun” diye hükmetti ve ışık göründü... ve Tanrı ışığı karanlıktan ayırdı. Işığa gündüz, karanlığa gece adını verdi.
(Eski Ahit,Yaratılış) 1-6,7,8,9,10 Tanrı, “suların ortasında bir kubbe olsun ve suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu ve öyle oldu. Tanrı kubbeye gök adını verdi ve ikinci gün oluştu. Tanrı “göğün altındaki sular bir yerde toplansın ki toprak görünsün” diye buyurdu. Bir araya toplanan suya deniz ve kuru alanlara kara adını verdi.
Yeryüzünde çeşitli bitki türlerinin Tanrı’nın buyruğu ile oluştuğu daha sonraki ayette (1-11) verilmektedir. Yeryüzünü aydınlatmak ve zamanın bilinebilmesi için yapılanları ise Eski Ahit şöyle anlatır:
(Eski Ahit,Yaratılış) 1-16,17 İki büyük ışık yaptı. Gündüze hakim olan Güneş ve geceye hakim olan Ay olsun. Tanrı ayrıca yıldızları da yaptı ve göğe yerleştirdi.
Eski Ahit’te Yaratılış bölümündeki diğer ayetlerde ise denizlerde ve havada canlıların oluşturulması (1-21,24) ve karadaki çeşitli canlıların ve en sonra insanın yeryüzünde yaratılması Eski Ahit’ın Yaratılış bölümünün (1-26,28) ayetlerinde anlatılır ve Eski Ahit bütün bu yaratılış olayının altı günde tamamlandığını belirtir. Yaratılış bölümünde birinci kısımda anlatılanlardan bazıları ise gene Yaratılış bölümünün ikinci kısmında biraz daha detaylandırılarak verilmektedir.
Her ne kadar bir arada olmasa da Yaratılış konusundaki bazı Kur’an ayetlerini aşağıda vermeye çalışalım.
(Kur’an) 6-1 Hamd Allah’a dır. O ki gökleri ve yeri yaratmış, karanlıklara ve nura vücut vermiştir
(Kur’an) 41-11,12 Sonra buhar/duman halindeki göğe yöneldi de ona ve yerküreye şöyle seslendi: “isteyerek veya istemeyerek gelin”
Böylece onları, iki günde yedi gök halinde takdir edip her göğe kendi iş ve oluşunu vahyetti. Ve biz arza en yakın göğü kandillerle ve bir korumayla donattık. İşte bunlar Aziz ve Alim olanın takdiridir.
(Kur’an) 21-30 ... gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık
(Kur’an) 21-33 O odur ki, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yarattı. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
Yeryüzünde canlıların yaratılmasına yönelik olarak Eski Ahit’in bazı ayetlerini kısaca aşağıda vermeye çalışalım.
(Eski Ahit,Yaratılış) 1-11 Sonra, O hükmetti, yer her türlü bitki çıkartsın.. ve hüküm yerine geldi.
(Eski Ahit,Yaratılış) 1-21 Tanrı, büyük deniz canavarları ve suda yaşayan her canlıyı ve her çeşit kuşu yarattı.
Dünyada çeşitli canlı türlerinin yaratılışı Kur’an’da çok kısa olarak verilir:
(Kur’an) 21-30 ...Her canlı şeyi sudan oluşturduk
(Kur’an) 51-49 Her şeyden iki çift yarattık
Yaratılış olayı yukarıda verilen ayetlerden de görüldüğü gibi Eski Ahit’te süreklilik içinde ve değişik aşamalar halinde sunulurken süre de eklenmiştir ve yaratılışın altı günde bitirildiği Eski Ahit’te şöyle anlatılır:
(Eski Ahit,Yaratılış) 2-1,2,3 Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne geldiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi...
Aynı konudaki Kur’an ayetlerini hatırlayalım.
(Kur’an) 11-7 O odur ki, gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır...
(Kur’an) 50-38 Andolsun biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri altı günde yarattık.
Gerçi Eski Ahit’in ifade tarzı ile Kur’an’ın ifade tarzları arasında farklılık bulunsa da, evrenin yaratılışı ve bu arada ağırlıklı
olarak da Dünyanın yaratılışı konusunda gerek Eski Ahit’ın ve gerekse Kur’an’ın verdiği bilgiler arasındaki paralellik yukarıda verilen Eski Ahit ve Kur’an ayetlerinde dikkatimizi çekmektedir.
Dikkatimizi çekebilecek bir diğer husus ise bazı Kur’an ayetlerinde verilen ancak günümüzde pozitif bilim sayesinde öğrenebildiğimiz bilgilerdir. Örnek olarak şu ayetleri verebiliriz.
(Kur’an) 41-12 ... en yakın göğü kandillerle ve bir korumayla donattık.
(Kur’an) 21-33 ... Güneşi ve Ayı yarattı. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
Göğün bir korumayla donatılması acaba ozon tabakasının varlığına mı yoksa Dünyamızı çevreleyen manyetik kuşağa mı işaret etmektedir?
Diğer ayete baktığımızda hem Ayın hem de Güneşin bir yörüngede hareket ettiği anlatılıyor. Kur’an’ın indirildiği dönemde Güneşin bir yörüngede hareket ettiği bilgisinin dünya insanları arasında bilindiğini söylemek mümkün olmasa gerek.
Gerek Eski Ahit ve gerekse Kur’an’da yaratılışın altı günde tamamlandığı söyleniyor. Burada bahsedilen gün teriminin bizim bildiğimiz yirmi dört saatlik bir dünya günü ile herhangi bir ilişkisini kurmak herhalde doğru olmayacaktır. Gün terimi gerek Eski Ahit ve gerekse Kur’an’da farklı ayetlerdeki kullanımıyla konuyu biraz daha anlaşılabilir duruma getirmektedir.
(Eski Ahit, Mezmurlar) 90-4 Size bin sene bir gün gibidir.
Aynı konudaki Kur’an ayetlerini hatırlayalım
(Kur’an) 32-5 ... Bir gündeki, süresi sizin saymakta olduğunuz günlerden bin yıla denktir.
(Kur’an) 70-4 Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O’na.
Bu ayetlerden anlayabildiğimiz kadarı ile gün teriminin, hem Eski Ahit ve hem de Kur’an’da Dünya zamanı ile miktarı değişiklik gösterebilecek bir süreye işaret ettiğini görüyoruz.
Madde evreninin yaratılmasından sonra beşerin yaratılışı hem Eski Ahit hem de Kur’an’da gene kendi özel ifade tarzı ile anlatılır. Önce Eski Ahit’e bakalım. İnsanlığın atası kabul edilen Adem’in yaratılışı şu ayette verilir.
(Eski Ahit,Yaratılış) 2-7 Sonra Rab Tanrı yerden biraz toprak aldı ve Adem’i şekillendirdi; ve Adem’in burun deliklerine hayat veren nefesi üfledi ve Adem canlandı.
Daha sonra tekrar hatırlayacağımız bir husus, bu ayete göre Adem’in dünya toprağından yaratılmasıdır. Bunu not ettikten sonra, Eski Ahit’te olan ve daha sonra gelen ayetlere bakalım. Eski Ahit’ın Yaratılış bölümünden görülüyor ki, Adem’in yaratılışından sonra Tanrı’nın, Eski Ahit’te doğu yönü olarak gösterilen bir bölgede, Aden’de içinde çeşitli bitkilerin bulunduğu bir bahçe yaptığı ve Adem’i de oraya yerleştirdiği anlatılır (Yaratılış 2-8). Daha sonra Tanrı’nın topraktan yaratılmış bütün hayvanları ve kuşları Adem’e getirdiği ve Adem’in bütün bu hayvanlara ad verdiği (2-19) belirtilir ve Adem’e bir eş yaratılması ise şu ayetlerde verilir:
(Eski Ahit,Yaratılış) 2-21 ... Adem uyurken Tanrı Adem’in kaburga kemiklerinden birini çıkardı...
(Eski Ahit,Yaratılış) 2-22 Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi
Bundan sonraki ayette (Yaratılış 2-23) Adem’in kendi kemiği ve etinden oluşturulduğu ifade edilen eşine Kadın ismini verdiği ve Adem’in eşinin bu şekilde oluşturulmasının sonucunun ne olduğu bir sonraki ayette verilir:
(Eski Ahit,Yaratılış) 2-24 Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak.
Adem’in yaratılışı Kur’an’da çeşitli ayetlerde ele alınır:
(Kur’an) 38-71,72 Hani Rabbin meleklere şöyle demişti:
“Ben çamurdan bir insan yaratacağım”
“Onu kıvama erdirip içine ruhumdan üflediğimde, önünde secde ederek eğilin.”
(Kur’an)38-73,74 Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde etmişlerdi. İblis etmemişti. O, kibre sapmış ve inkarcılardan olmuştu.
(Kur’an)7-189 O, odur ki, sizi bir tek canlıdan yarattı, eşini de ondan vücuda getirdi ki gönlü buna ısınsın.
Verilen Kur’an ayetlerinde kısaca değinilmekle birlikte Adem’in topraktan yaratıldığı ve eşinin de ondan meydana getirildiğinden bahsedilmekte ki bunlar Eski Ahit ve Kur’an’da yaratılışa yönelik ortak ifadelerdir. Kur’an ayetleri oldukça kısa olmakla beraber ayetlerde verilen bazı bilgiler çok enteresandır. Topraktan şekillendirilen Adem’in kıvama getirildikten sonra burnuna Tanrı’nın ruhundan üflendiğinde meleklerin Adem’e secde etmesinin, özellikle Tanrı tarafından istenmesinin ne anlama geldiği üzerinde çok ciddi düşünmek gerekeceğini sanıyorum. Unutmamak gerekir ki Tanrı beşere sadece kendisine secde edilmesini emreder. Eski Ahit’te bahsedilmeyen bu oluşumda, iblisin davranışı da ilginçtir.
Dünyada çeşitli bitki, hayvan türlerinin ve arkasından Adem’in yaratılmasından sonra bütün bu canlıların Adem tarafından adlandırıldığı biraz önce bahsedilmişti (Eski Ahit, Yaratılış 2-19). Aynı konuda Kur’an biraz farklı bilgi verir.
(Kur’an) 2-31 Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sunarak şöyle buyurdu: “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini,...
(Kur’an) 2-32 Dediler ki: “Yücedir şanın senin. Bize öğretmiş olduğun dışında bilgimiz yok bizim...
(Kur’an) 2-33 Allah buyurdu: “Ey Adem, haber ver onlara onların adını.”
Görüldüğü gibi her şeyin yaratıcısı olanın izniyle ancak, Adem öğrenmiştir. Zaten başka türlüsünü beklemek herhalde yaratılışa ters olurdu.
Ademoğullarının dünyaya gelişine yönelik biyolojik gerçeklerle ilgili olarak Eski Ahit’te herhangi bir bilgi yoktur, fakat aynı konu Kur’an’da çeşitli ayetlere serpiştirilmiş olarak kısaca değinilmektedir.
(Kur’an) 22-5 ...biz sizi bir topraktan sonra bir spermden sonra ne olduğu kısmen belirli, kısmen belirsiz bir et parçasından yarattık ki, size açık-seçik beyanda bulunalım.
(Kur’an) 76-2 Doğrusu biz insanı karışım olan bir spermden yarattık. Halden hale geçiririz onu. Sonunda onu işitici görücü yaptık.
(Kur’an) 32-7,8 ...ve insanın yaratılışına çamurdan başlamıştır. Sonra onun neslini bir usareden, hor görülen bir sudan oluşturdu
(Kur’an) 40-67 O, odur ki; sizi önce topraktan, sonra bir spermden sonra bir embriyodan yarattı.
Verilen Kur’an ayetleri Ademoğullarının yaratılmasında, başlangıcın Adem’le olduğu ve Adem’in topraktan yaratıldığını belirtir ve Adem’den sonraki nesillerin bugün bildiğimiz gibi spermden oluştuğunu anlatır. Ancak bu anlatım bugün dünyadaki insanların fiziksel farklılıkları konusundaki soruların cevabını vermez. Bu konuda ise Kur’an ayetleri biraz kapalı konuşur:
(Kur’an) 30-22 Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir. Bunda ilim sahipleri için elbette ibretler vardır.
(Kur’an) 49-13 Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık...
Gerek Eski Ahit ve gerekse Yeni Ahit’te insan dışında başka bilinçli varlıkların yaratılışına yönelik herhangi bir bilgi yoktur. Gerçi Yeni Ahit’te zaman zaman ruhsal hastalığı olan bazı insanlardan cinlerin İsa’nın emri ile uzaklaştırılmasına rastlanır. Kur’an insan dışındaki varlıklardan cinler ve meleklerin de yüce yaratıcı tarafından yaratıldıklarını belirtir.
(Kur’an) 55-14,15 İnsanı pişirilmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yarattı.
Cini de ateşin dumansızından yarattı.
(Kur’an) 18-50,51 İblis cinlerdendi... şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz?
Ben onları ne göklerle yerin yaratılmasına, hatta ne de kendilerinin yaratılmasında tanık tutmadım.
(Kur’an) 15-27 Cini İblisi de daha önce kavurucu ateşten yaratmıştık.
(Kur’an) 6-100 Allah’a bir de cinleri / gözle görülmeyen yaratıkları ortak koştular. Oysa ki onları O yaratmıştır...
(Kur’an) 43-19 Rahman’ın kulları olan melekleri, dişiler saydılar. Onların yaratılışına tanık mıydılar?..
(Kur’an) 35-1 Hamd, Fatr olan Allah’a dır; gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan O’dur.
Bu ayetlerden cinlerin, Adem’in yaratılışından önce var olduğu ve Kur’an’da açıkça belirtilmese de muhtemel bir enerji formundan yaratıldığı anlaşılmaktadır.
Her ne kadar Eski Ahit’te ve Yeni Ahit’te bahsedilmese de Evren’ de insandan başka bilinç sahibi türler de olabileceğine işaret eden ayetler Kur’an’da görülebilir:
(Kur’an) 30-20 O’nun ayetlerinden biri de sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra siz bir insan türü oldunuz, her tarafa yayılıyorsunuz.
(Kur’an) 17-70 Andolsun biz Ademoğullarını onur ve üstünlükle yarattık,... Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.
(Kur’an) 4-132 Hem göklerdekiler hem yerdekiler Allah içindir.. Vekil olarak Allah yeter.
(Kur’an) 3-83 Hala Allah’ın dininden gayrısını mı arıyorlar? Oysa ki göklerdeki şuurlular da, yerdekiler de ister istemez O’na teslim olmuşlardır ve yalnız O’na döndürüleceklerdir.
Bizim toplumumuza insanın en üstün yaratılmış varlık olduğu televizyon programlarında ve basında din bilginleri tarafından sıklıkla duyurulmuştu. Ancak bu Kur’an ayetleri öyle söylemiyor. Bizim bir insan türü olduğumuz söyleniyor. Eğer gerçek böyle ise ve Kur’an’ın sadece gerçekleri anlattığını düşünürsek, bizden başka insan benzeri başka varlıklar da olabilir. Kur’an ayetinde bizim türümüzün yaratılmışların çoğundan üstün olduğu söyleniyor. Demek ki bizden üstün olan varlıklar vardır.Eğer yerdekiler biz isek göklerdekiler kimlerdir?
Daha önce cinlerin yaratılması ile ilgili olarak verilen bir Kur’an ayeti (6-100) cinlerin insan gözü ile görülemediğini belirtir.Gene Kur’an göze görünmeyen farklı bir varlık oluşumuna da işaret eder:
(Kur’an) 27-82 O söz tepelerine indiğinde, yerden onlar için bir dabbe çıkarırız da o, onlara insanların bizim ayetlerimize gereğince inanmadıklarını söyler.
Anlaşılıyor ki bizim varlığının farkına varamadığımız başka canlı formları da dünyamızda ve dünya dışında olabilir. Unutmayalım ki insanın çevresini algılaması beş duyusu ile mümkündür. Örnek olarak mikroskop keşfedilmeden önce yaşayan toplumlara mikroplardan bahsedilmesi ne kadar anlamsız olurdu. Ayrıca bizim biyolojik yapımız sadece üç boyutlu bir evreni algılayabilmemize uygundur. Algılayamadığımız şeyler ise bize göre yoktur. Acaba gerçek bu mudur? Gerçekte dört veya beş boyutlu veya daha fazla boyutlu bir evren ve böyle bir evrende yaşayan çok farklı yaşam formları olamaz mı? Niçin olmasın? Olabilir. Belki de biz çok boyutlu bir evrenin sadece üç boyutunu algılayabiliyoruz Kimbilir belki bu konuda da zamanla bilgi sahibi olabiliriz.
Yaratılmışlara baktığımızda, her şeyde, somut ve soyut ikilem görüyoruz. Eski Ahit’in Yaratılış bölümünün başlangıç ayetlerinde karanlık ve ışıktan bahsedilir. Bu ikilemi her şey de görmüyor muyuz?
Aynı ikilemi insanların davranışlarında da görürüz. Bu konu ile ilgili Kur’an ayetini hatırlayalım:
(Kur’an) (91-7,8) Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirene. Ardından da ona bozukluğunu ve takvasını ilham edene andolsun ki, ...
Görülüyor ki insan davranışında ki bozukluk da güzel davranış da Yaratan’ın ilhamı ile mümkündür. Her konuda olduğu gibi bu olay da Allah’ın izni ve bilgisi dahilinde olmalıdır. Bu durumda beşerin yapabileceği verilen kararı kabullenmek ve ilahi mesajı ileten kitaplardaki müjdeli haberin aslını anlamaya çalışıp müjdelenene ulaşmaya çalışmak olmalıdır.
Eski Ahit ve Yeni Ahit’te görülmeyen ancak Kur’an’da yaratılışla ilgili ayetlerde dikkatimizi çeken konulardan bir tanesi de cinlerin ne kendilerinin ve ne de evrenin yaratılışına tanık olmadıkları idi(Kur’an 18-51).Buna karşılık yaratılışa tanıklık eden var mı? Sorusuna cevap ararsak Kur’an’da bazı işaretler görebiliriz. İbrahim’in kendi toplumuna konuşurken şunu söylediğini Kur’an bildiriyor:
(Kur’an) 21-56 “Hayır, dedi. Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.
Bildiğimiz kadarı ile insan ancak gördüğüne ve işittiğine şahitlik eder. Kur’an’da bir hata olmayacağına göre demek ki İbrahim, yerin ve göklerin yaratılışına tanıktır. Dahası aynı ayette İbrahim kendisinin, yaratılışa şahitlik edenlerden sadece bir tanesi olduğunu söylüyor. O halde yaratılışa tanıklık edebilecek başkaları da var. Tekrar bazı Kur’an ayetlerini hatırlayalım.
(Kur’an) 53-12,18 “Onun gördüğü şey hakkında kuşkuya düşüp onunla çekişiyor musunuz?”
“Andolsun ki Rabbi’nin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.”
(Kur’an) 48-8 Şu bir gerçek ki biz seni, bir tanık, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik
Bu ayetler son peygamberle ilgilidir. Acaba Muhammed neleri gördü, nelere tanık oldu? Bilmiyoruz. Muhtemelen yaratılışla ilgili konulara tanık oldu.
Eldeki İncil metinlerinden sadece Yuanna İncili’nin en başında verilen İncil ayetlerinde, başlangıçta sadece Söz (logos)’ün varolduğu ve Tanrı’yla birlikte olduğundan bahsedilerek her şeyin Söz’ün vasıtasıyla yaratıldığı anlatılır. Takip eden ayetlerde ise Söz’ün insan olup toplum içinde İsa olarak yaşadığı söylenir. Bu yaklaşım sadece Yuanna İncili’nde vardır, o yüzden burada sadece not edilmekle yetinilecektir. İncil bağımlıları İsa için Tanrı’nın oğlu tanımını kullanırlar. Gerçi var olan İncil metinlerinin hiçbirinde İsa’nın bu yönde bir konuşmasına işaret eden bir ayet yoktur. İsa kendisini insanoğlu (son of man) olarak tanımlar.
Yeni Ahit’te İsa’nın kendi kimliği hakkında çok az da olsa bir açıklama yaptığını biliyoruz.
(Yuanna İncili) 8-23 İsa onlara konuştu: “Sizler aşağıdaki bu dünyaya aitsiniz, fakat ben yukarıdan geliyorum. Sizler bu dünyadansınız, fakat ben bu dünyadan değilim.”
Bu İncil ayeti İsa’nın doğumundaki olağan dışılığa kapalı da olsa bir açıklama getirmektedir.
İncil bağımlılarının İsa hakkındaki tanımlamasını ise Kur’an kabul etmez ve Kur’an şu açıklamayı yapar:
(Kur’an) 3-59 Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra da ona “ol” dedi Artık o, olur.
İncil bağımlılarının Eski Ahit’i de kutsal kitap kabul ettiklerini ve ayinlerinde Eski Ahit’ten de çeşitli ayetlerin okunduğunu biliyoruz. Eski Ahit’in ilk bölümü olan Yaratılış bölümünde daha önce verilen ayetleri hatırlarsak yüce yaratıcının buyruğu ile her oluşumun meydana geldiğini görüyoruz. Eğer buna inanırsak niçin İsa Tanrı’nın emri ile topraktan meydana gelmesin ve bir bakire onun biyolojik bedenini doğurmasın. Yaratıcının gücünün her şeye yeter olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu sonsuz gücün başka bir doğuma da imkan verdiğini İshak’ın doğumunda da görüyoruz. Gerek Eski Ahit’te ve gerekse Kur’an’da Tanrı elçilerinin İbrahim ve Sara’yı ziyaretlerinde Sara’nın bir çocuğunun olacağını haber verdiklerinde, İbrahim ve Sara her ikisi de çok yaşlı idi; İbrahim yüz yaşında ve karısı Sara ise çocuk yapma dönemini çoktan geçmişti. Ancak İshak’ta dokuz ay sonra Sara tarafından doğuruldu
Çünkü Yaratan’ın emri bu doğumun olması şeklinde idi. Dolayısıyla, sadece beşer mantığı ile her şey hakkında hüküm veremeyiz.
Yaratılışın amacı ne olabilir? gibi bir soru sorarsak bunun cevabını da Kur’an’da bulabiliriz:
(Kur’an) 21-16 Biz ne gökleri ne yeri ne de bunlar arasındakileri eğlenip eğlendirelim diye yaratmadık
(Kur’an) 51-56 Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım.
(Kur’an) 44-38,39 Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri eğlenmek için yaratmadık
İkisini de sadece gerçeği göstermek üzere yarattık. Ama bunların çokları bilmiyorlar.
Özellikle son ayetin üzerinde düşünülmesi gerekir. Acaba göklerin ve yerin yaratılışı ile hangi gerçek hangi varlıklara gösterilecektir?
Dünyanın yaratılmasındaki bir başka amaç da başka bir Kur’an ayetinde verilmektedir:
(Kur’an) 77-25,26 Yeri bir toplanma zemini yapmadık mı? Diriler bakımından da, ölüler bakımından da.
Bu bölümde yaratılış konusunda gerek Eski Ahit ve gerekse Kur’an ayetlerinin genel olarak birbirlerine paralel ifadelere sahip olduklarını gördük. Bu bölümü, ilerdeki bölümlerde tekrar incelenecek olsa da şimdilik üzerinde düşünülmesi amacıyla bazı Kur’an ayetleri ile bitirelim.
(Kur’an) 30-8 ...Allah gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri ancak hak üzere ve belirlenmiş bir süreye bağlı olarak yaratmıştır. Şu da bir gerçek ki, insanlardan büyük bir kısmı Rablerine kavuşmayı açık bir şekilde reddediyor.
(Kur’an) 30-11 Allah yaratışa başlar, sonra yarattığını varlık alanından çekip tekrar yaratır. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.
(Kur’an) 10-4 Allah’tan hak bir vaat olarak hepinizin dönüşü yalnız O’na dır.
Kur'an'a İncil'e bak
Dört kitabın dördü de hak
Aşık Veysel
DİN
Din, İngilizce religion kelimesi ile aynı anlamda kullanılır. Adıvar din kelimesinin Arami ve İbrani kökene dayandığını ve Arap dilinde hüküm ifade ettiğini belirtir. Adıvar din kelimesinin Allah'a karşı hürmetle karışık bir bağlılık ifade ettiğini de eklemektedir. Din kelimesinin çeşitli din bilginlerine göre ne ifade ettiği ise Öztürk tarafından detaylı olarak verilmiştir (Kur'an'ın Temel Kavramları).
Yaratılıştan günümüze kadar insanlığın geçirdiği dönemler ve yaratılışın hedefine yönelik Kur'an ayetleri göz önüne alındığında din terimi her şeyi ile yaratıcının düzenlediği bir öğreti olarak düşünülebilir ki öğretinin kitapları ise kutsal kitaplar ve bu kitaplardaki mesajı söz ve davranışları ile tebliğ edenler ise peygamberlerdir. Yani mesajı iletmekle görevli öğretmenlerdir ve onlar seçilmiş varlıklardır. Din öğretisinin yaratıcısı ve sahibi Allah'tır. Bu gerçek aşağıdaki Kur'an ayetlerinde gösterilmektedir:
(Kur'an) 39-3 ...Arı duru din yalnız ve yalnız Allah'ındır
(Kur'an) 40-65 ...Dini, kendisine özgüleyerek dua edin O'na.
(Kur'an) 30-30 ...O halde sen yüzünü, bir hanif olarak Allah'ın yarattığı fıtrata çevir.
Yeni Ahit'te Yakub'un mektubunda arı din şöyle tarif ediliyor:
(Yeni Ahit, Yakub'un Mektubu) 1-27 Tanrı'ya göre saf din, kişinin yetim ve dulların sıkıntılarında yardıma koşması ve dünya hayatı ile kirlenmekten korunmasıdır.
Din kelimesi Kur'an'da çoğunlukla tekil olarak kullanılırken aşağıda verilen bazı ayetlerde ise çoğul olarak kullanılmıştır:
(Kur'an) 48-28 O, resulünü hidayet ve hak dinle gönderdi ki, o dini tüm dinlere üstün kılsın. Tanık olarak
Allah yeter.
(Kur'an) 9-33 O,resulünü hidayet ve hak dinle gönderdi ki, müşrikler hoşlanmasa da o dini dinlerin tümünün üstüne çıkarsın.
Bu ayetlerde söylenen herhalde beşerin oluşturduğu bazı inanç sistemleridir. Yoksa burada işaret edilen, geçmişte ve hatta günümüz de bile dünya insanlık topluluğunun farklı dinler sandığı ve hatta isimlerini de Musevilik ve Hıristiyanlık koyduğu uygulamalar değildir. Bu incelemenin konusu Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kur'an' dır ve bu sıralama aslında bu kitapların insanlık toplumuna tebliğ edildiği tarihlerin de sıralamasıdır. Bu kitaplardan; Eski Ahit'te, bilindiği gibi Musa'ya indirilen beş kitap ile bazı Yahudi peygamberlere ait olan kitaplar vardır ki bunlardan bir tanesi de ülkemizde Zebur olarak bilinen ve eski Ahit'te Mezmurlar olarak isimlendirilen ve Davut'a ait olanıdır. Yeni Ahit ise İsa'nın öğretisini içeren ve
dört havarisi tarafından yazılmış dört İncil ile İsa'nın öğrencilerinin kendi yazdıkları kitaplardan oluşur. Eski Ahit ve Yeni Ahit bağımlılarını Kur'an genel olarak Ehl-i Kitap olarak adlandırır. Kur'an'ın mesajına uygunluk sağlayabilmek için bu incelemede Eski Ahit'e bağımlı ve sinagog'da dua edenlere Tevrat bağımlıları veya Eski Ahit bağımlıları ve kilisede dua edenlere ise İncil bağımlıları veya Yeni Ahit bağımlıları denecektir.
İşin ilginç yanı bu kitaplardan her kitabın bağımlısı kendi kitabına ve bir öncekine inanırken daha sonra gelenleri ise, belki bir azınlık hariç, reddetme eğilimindedir. Günümüzde özellikle ülkemizde zaman zaman dinler arası diyalogdan bahsedilerek belirtilen üç kitabın temsilcileri bir araya gelmektedir. Niçin hala dinler kelimesi vurgulanmaktadır? Anlamak mümkün değildir. Diğer taraftan Kur'an bağımlılarının yaşadığı ülkelerde toplumun Tevrat ve İncil bağımlılarına sempati ile baktığı söylenemez. Çünkü onlar da dinler kelimesi varlığı ile yani ayrımcılığa dayanan fakat gerçeğe dayanmayan bir toplumsal bilinçle yetişmişlerdir. Tevrat ve İncil bağımlılarının da birbirlerine ve Kur'an bağımlılarına karşı ayrımcılık yaptığı tarihsel bir gerçektir ve üzülerek belirtmeliyim ki günümüzün de bir gerçeğidir. Çünkü Adem'in çocukları ilahi mesajın evrenselliğini ve bütünlüğünü ya anlayamamışlardır veya ayrımcılık işlerine gelmektedir.
Yaratılış bölümünde verilen ayetler gerek Eski Ahit ve gerekse Kur'an'ın aynı şeyleri anlattığını gösteriyor. O halde ilahi mesajın geldiği kaynak aynıdır. Bu durumda zaman içinde din öğretisinin özünün değişmesi mümkün olabilir mi? Din öğretisinin tek olduğunu, aşağıda verilen Kur'an ayeti açıkça belirtmektedir.
(Kur'an) 42-13 Sizin için dinden Nuh'a önerdiğini, sana vahyettiğini, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi şöyle diyerek kanunlaştırdı: "Dini dosdoğru tutun; onda bölünüp fırkalara ayrılmayın."...
Dahası günümüzdeki duruma bakıldığında görülen parçalanmışlık Allah'ın kanununa ters düşmekten başka bir şey değildir. Din öğretisinin tek ve Allah'a ait olduğu bakın şu ayetlerde nasıl vurgulanıyor?
(Kur'an)24-2 ...Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dini konusunda bunlara acıma duygusu sizi yakalamasın.
(Kur'an)3-83 Hala Allah'ın dininden gayrısını mı arıyorlar?
(Kur'an)110-2 Ve insanları kitleler halinde Allah'ın dini'ne girerken gördüğünde...
Dindeki teklik konusu Yeni Ahit'te Efesliler bölümünde de vurgulanmaktadır:
(Yeni Ahit Efesliler) 4-4,5,6 Tanrı'nın sizi çağırdığı umut tek olduğu gibi, beden tek ve ruh tektir. Tanrı tektir, inanç tektir, vaftiz tektir. Bütün insanlığın tanrısı tektir, her şeyde ve herkesin içindedir.
Madem ki inanç tektir o halde din öğretisi de başlangıçtan itibaren tektir ve süreklilik gösterir. İnancın temeli aynıdır fakat öğretinin getirildiği dönem ve topluluğun bilinç seviyesine göre verilen detayların farklılıklar göstermesi doğaldır. İnancın temelinin değişmez olması Kur'an'da muhkem ayetler olarak belirtilir:
(Kur'an) 3-7 Kitap'ı sana indiren O'dur. O'nun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitap'ın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşabihlerdir. Onun tevilini ise bir Allah bilir bir de ilim de derinleşmiş olanlar...
Din öğretisinin sürekliliği Kur'an'da geçmişe yönelik olarak verilen bilgi ile anlatılır:
(Kur'an) 87-18,19 Bütün bu gerçekler ilk sayfalarda da elbette vardır. İbrahim'in ve Musa'nın sayfalarında...
Musa'nın sayfaları elimizde var. Ancak İbrahim'in sayfaları ne yazık ki elimizde bulunmamaktadır.
(Kur'an)57-26,27 Andolsun, Nuh'u ve İbrahim'i de resul olarak gönderdik. Peygamberliği ve Kitap'ı bunların soyları arasına koyduk.
Sonra onların eserleri üzere, resullerimizi ardarda gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da onların ardınca gönderdik. Ona İncil'i verdik...
Enteresan olan yukarıdaki Kur'an ayetinde de verildiği gibi ilahi mesajın toplumlara iletme görevini yapan görevlilerin belli bir soy ağacı olduğu ki bu durum Eski Ahit'te Yaratılış bölümünde çok detaylı olarak anlatılır
İncelenen kutsal kitaplar'dan Eski Ahit ve Yeni Ahit'te hem geçmiş hem de geleceğe yönelik olarak ilahi mesajın sürekliliğine işaret eden ayetler bulunabilir. Örnek olarak Eski Ahit'in Tesniye Kitabı'nda olan ve Musa'ya hitap eden bazı ayetlerin İsa'nın gönderilmesi ile ilgili olduğu söylenir.
(Eski Ahit, Tesniye)18-18 Onlara kendi insanlarının arasından senin gibi bir peygamber göndereceğim. Söylemesi gerekenleri ona ben bildireceğim...
(Eski Ahit, Tesniye)18-19 O benim adıma konuşacak.
Benzer şekilde Eski Ahit'te Yeşaya'nın kitabında gene İsa'nın gönderilişine işaret eden ayetler var:
(Eski Ahit, Yeşaya)7-14 Tanrı kendisi size bir işaret verecek. Hamile bir genç kadın bir erkek çocuk doğuracak ve adını Emmanuel koyacak
(Eski Ahit, Yeşaya)9-6 Bize bir çocuk doğar. Bize bir erkek çocuk verilir ve o bizim yöneticimiz olur.
(Eski Ahit,Yeşaya)9-7 O Davud'dan sonra gelir ve gücünü doğruluk ve adaletten alır ve sonsuzluğa kadar hakim olur.
Günümüze ulaşan İncil metinlerinde İsa'nın Kudüs'e gelişi nasıl anlatılmışsa olayların nasıl gelişeceği, Eski Ahit, Zekeriya Kitabında da çok benzer şekilde öngörülmüştür:
(Eski Ahit, Zekeriya) 9-9 Bakın kralınız size geliyor. O muzaffer ve aynı zamanda bir sıpanın sırtına binecek kadar alçak gönüllü olarak geliyor.
Bu ayetteki öngörü, elimizdeki İncil metinlerine göre gerçekleşmiştir. İsa'nın öğretisinde kendisinden sonra gelecek bir görevliden de bahsedilir. İncil metinlerinde adı "Yardımcı" olarak geçer. Yuanna İncil'ine bakalım:
(Yuanna İncili) 15-26 Baba'dan size göndereceğim yardımcı, yani Baba'dan çıkan Gerçeğin Ruhu geldiği zaman, o bana tanıklık edecek...
(Yuanna İncili)16-13 ...O geldiğinde kendiliğinden konuşmayacak, fakat işittiklerini söyleyecek
(Yuanna İncili)16-14 O beni yüceltecek...
Bu İncil ayetlerinde söylenenlerin gerçekleşmediğini kim söyleyebilir? Muhammed, Cebrail'den işittiğini tebliğ etmiştir ve daha önce gelen diğer elçilerle beraber İsa'ya da tanıklık etmiştir. Kur'an'da İsa ve annesi Meryem hakkında gerçekten pek çok yüceltici ayet bulunur. İsa'nın doğumu ile ilgili mucize ve İsa'nın diğer mucizeleri detaylı olarak Kur'an'da Al-i İmran ve Meryem surelerinde anlatılır:
(Kur'an)3-42 Bir de melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, Allah seni ıstıfa edip seçti. Seni tertemiz kıldı ve alemlerin kadınları üstüne yükseltti.
(Kur'an)3-45 Bir de melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem! Allah seni kendisinden bir kelimeyle muştuluyor . Adı, Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünya ve ahirette yüz akıdır. Allah'a yaklaştırılanlardandır.
Kur'an'da İsa'nın şöyle dediği de hatırlatılır.
(Kur'an) 61-6 ...Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak gönderildim.
İncil metinlerinde sözü geçen Yardımcı ve Kur'an'da söz edilen Ahmed isimli görevlinin aynı varlık olduğunu kabul etmekten başka bir çare yoktur.
Din öğretisinin sürekliliği ve tekliği, ilahi mesajı tebliğ edenler tarafından da vurgulanmaktadır. Her bir elçi daha önce verilenlere aykırı gelebilecek bir bilgi vermez.
(Yuanna İncili) 1-17 Kutsal Yasa Musa aracılığıyla verildi, ama kitap ve gerçek İsa Mesih
aracılığıyla geldi.
İncil metinlerinde, deri hastalığı olan bir adamı İsa'nın mucizevi bir şekilde iyileştirmesinden sonra kendisine şöyle söylediği anlatılır:
(Matta İncili) 8-4 İsa ona şöyle dedi:" Dinle, kimseye söyleme, doğruca hahama git ve seni incelemesini iste. Daha sonra şifa bulduğunu herkese ispat etmek için Musa'nın öğretisine uygun olarak bir kurban sun.
İncil bağımlılarının kurban kestiği duyulmamıştır. Ne var olan İncil metinlerinde ne de Kur'an'da İsa'nın kurban kestiğine yönelik bir işaret tarafımızdan görülememiştir.O halde İsa'nın yukarıdaki ayette belirtilen kişinin Musa'nın öğretisine göre kurban kesmesini öğütlemesinin sebebi ne olabilir? Herhalde İsa din öğretisinin tanığı idi ve ana öğreti içinde o da kendi yükümlü olduğu çerçevede mesajı verdi ve bunu yaparken Musa'nın öğretisine ters düşmedi.
Kur'an daha önce örnekleri verildiği gibi din öğretisinin sürekliliğini vurgular:
(Kur'an) 46-12 Bu Kur'an da öncekileri tasdikleyken bir kitaptır.
(Kur'an) 35-31 Kitap'tan sana vahyettiğimiz, kendinden öncekini tasdikleyici hakkın ta kendisidir.
Din öğretisinin tekliği ve sürekliliği daha önce verilen ayetlerden başka diğer bazı ayetlerde de belirtilir:
(Kur'an) 22-78 ...Babanız İbrahim'in dinine uyun. Allah sizi önceden de şu Kitap'ta da Müslümanlar diye adlandırdı...
(Kur'an) 2-132 İbrahim'de oğullarına şunu vasiyet etti, Yakub da: "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçmiştir. O halde ancak Müslümanlar olarak can verin.
(Kur'an) 5-3 ...Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı seçtim.
Görülüyor ki İbrahim'in dini, Allah'ın insanlar için seçtiği dindir. Yani din öğretisi daha geriye gidersek Kur'an'daki bilgiye göre Nuh'tan itibaren aynıdır ve Kur'an'a göre adı İslam'dır.
Günümüzde Tevrat, İncil ve Kuran bağımlılarının uyguladıkları rituellerin farklılığı üç tane farklı din ortaya çıkartmamalıdır. Zaten rituellerin çoğu, Allah'ın dinine beşerin ilave ettiği şeylerdir. Kur'an İsa'nın namazından da bahseder ve İsa'nın şöyle dediğini anlatır:
(Kur'an) 19-31 Yaşadığım sürece bana namazı, zekatı önerdi.
Namaz, Kur'an'ın sık sık üzerinde durduğu rituellerden biridir. Bugün İncil'de namaz ritueli görünmemektedir. Acaba İsa'nın namazı, Kur'an bağımlılarının namazından farklı mı idi?
Gene Kur'an'da Musa'ya hitap edilerek
(Kur'an) 20-14 ...İlah yoktur benden başka. O halde bana kulluk/ibadet et ve namazını beni hatırlayıp anmak için yerine getir.
Musa'ya emredilen namazla Kur'an bağımlılarının namazı şekil yönünden farklı olabilir. Fakat bu esasta neyi değiştirir?
Kur'an ayetlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla başlangıçta Kur'an bağımlıları yüzlerini Mescid-i Aksa'ya dönerek ibadet ederlerken sonradan yön değiştirilmiş ve Kâbe'ye yüzlerinin dönülmesi emredilmiş. Herhangi bir Kitap bağımlılarının yüzlerini aynı yöne dönüp ibadet etmeleri birlik yönünde atılmış bir adımdır. Belli ki o dönemde bu değişiklik üzerine etraftan gelen sataşmalara karşı Kur'an , içerdiği öğretisinin özüne yönelik mesajı veriyor.
(Kur'an) 2-142 İnsanlar içinde bazı beyinsizler: "Onlar, yönelmekte oldukları Kıbleden ne çevirdi? diyecekler. De ki doğu da Allah'ın batı da. O, dilediğini dosdoğru yola kılavuzlar.
Açıkça görülüyor ki ibadet sırasında dönülen yön şekilde birlik sağlar ama o yön dosdoğru yola gitmeyebilir. Dosdoğru yol ki o yol Rab'be giden yoldur. O yola yönelmek gereklidir. O yolun ise herhalde ne doğusu vardır ne de batısı.
Unutmayalım ki gene Kur'an her ümmetin Tanrı'ya ibadet şeklinin farklı olduğunu da söyler:
(Kur'an) 22-67 Her ümmet için biz bir ibadet şekli/bir ibadet yeri belirledik: Onlar onu izlerler. Artık bu iş konusunda seninle çekişmesinler...
Farklı kitap bağımlılarının rituellerinin farklı olması din öğretisinin özündeki tekliği değiştiremez. Gene Kur'an değişik dönemlerde farklı görülen kitapların gönderilmesine de açıklık getiriyor: Muhammed'e hitap edilerek:
(Kur'an) 13-38 Andolsun, biz senden önce de resuller gönderdik...
Her süre için bir yazı vardır.
Gerçekten Tevrat, İncil ve Kur'an yaklaşık altı yedi asır aralıklarla ve aynı coğrafyada yaşayan insanlara tebliğ edilmiştir. Aynı coğrafyada yaşayan bu toplumların bile ilahi mesajın özünü fark etmemiş olmalarını anlamak mümkün değildir. Günlük işleriyle uğraşan sıradan insanlar için belki bir şey söylenemez. Ama ya din bilginleri, niçin bütünden kopuşu fark edip gerekeni yapmadılar? Bunun cevabı olsa olsa beşeri zaafla herhalde açıklanabilir ki Kur'an zaten bunun böyle olduğunun haberini veriyor:
(Kur'an) 2-213 İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra, Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan Kitap'ı hak olarak indirdi. O Kitap'ta anlaşmazlığa düşenler, o Kitap'ın bizzat muhataplarından başkası değildi. Bunlar, kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden, çekişmeye girdiler...
(Kur'an) 10-19 İnsanlar bir tek ümmetten başka değilken ihtilafa düştüler...
Kur'an'ın verdiği bilgi, insanların sadece herhalde kişisel ego tatminlerine yönelik davranış yüzünden ayrılığa düştüklerini gösteriyor. Bu davranış ta, sonuçta bütünden kopuşa sebep oluyor. Bütünden kopuşu hazırlayanların ve buna hizmet edenlerin topluma ilahi mesajın gerçeğini gösterdikleri söylenebilir mi? Herhalde hayır. Ve bunların, bireylerin yanlış yönlendirilmesine sebep olarak aslında toplumlarına zulüm yaptıklarını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.
Ancak Kur'an geleceğe yönelik olarak iyimser mesajını da verir:
(Kur'an) 47-33 İnsanlar bir tek ümmet haline gelmeyecek olsalardı...
Bu ayet aslında insanlığa, geleceğe yönelik bir müjde veriyor. Toplumlar ve bireyler arasındaki ihtilafların halledildiği ve bütünü idrak edebilen o bilinçli insanların yaşayacağı dünya herhalde bugünkünden çok farklı olacaktır. Acaba cennet o mudur? Yoksa o dünya Yeni Ahit'te sözü geçen Tanrı'nın Krallığımıdır?
Öğretinin sürekliliği Kur'an'da devamlı vurgulanırken bazı ayetlerdeki kullanılan ifade tarzı çok ilginçtir:
(Kur'an) 14-6 Musa'nın kendi toplumuna şöyle dediği zamanı da hatırla...
(Kur'an) 22-7 Hatırla o zamanı; Musa ailesine şöyle demişti..
(Kur'an) 61-6 Meryem oğlu İsa'nın da şöyle dediğini hatırla..
Bir varlık ancak daha önce öğrendiklerini hatırlayabilir. Ancak belirtilen Kur'an ayetleri Muhammed'e sürekli olarak "hatırla" terimi ile hitap ediyor. Muhammed bütün bu geçmişe tanık mı idi? diye sormak ve ayetlerin üzerinde herhalde düşünmek gerekir. Bu soruya cevap olabilecek bazı işaretleri de gene Kur'an'da bulabiliriz:
(Kur'an) 17-1 Bütün varlıkların tesbihi o kudretedir ki, kulunu, gecenin birinde Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya yürütmüştür. Bu, ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek / onu ayetlerimizden biri olarak göstermek içindir.
(Kur'an) 53-10,18 Böylece vahyetti kuluna vahyettiğini andolsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.
Daha önce de belirtildiği gibi Kur'an din öğretisinin sürekliliğini vurgulayan pek çok ayet sunar. Bunlardan bir tanesini hatırlayalım.
(Kur'an) 2-136 Şöyle deyin; Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, Yakub'a, onun torunlarına indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilene inandık.Bunlar arasından hiç kimseyi ayırmayız.Biz yalnız O'na/Allah'a teslim olanlarız.
Bu ayet Kur'an bağımlılarının daha önce indirilenlere ve mesajı bildiren bütün elçilere inanması ve aralarında ayırım yapmaması gerektiğini anlatırken Kur'an bağımlılarından önemli bir görev bekliyor. Bu görev kısaca Kur'an bağımlılarının, ilahi mesaj indirilen bütün toplumları kucaklamasıdır. Her ne kadar o toplumlar kendi aralarında bölünmüş de olsalar ve hatta Kur'an bağımlılarının bütünün bir parçası olduğunu kabul etmeseler de Kur'an bağımlıları diğer bütün toplumları kucaklayarak bütünleşmeye yani tekliğe hizmet edebilirler. İlahi mesajın ana fikri de bu değil midir? Aslında Kur'an bu konuda genellemeye de gitmiş:
(Kur'an) 13-7 ...her topluluk için doğruyu ve iyiyi gösteren bir önder vardır.
Kur'an bağımlılarının bu ayetteki güzelliği iyi kavraması gerekmez mi? Kur'an hiçbir toplumun kendi başına bırakılmayacağını zaten bildiriyor. Dolayısıyla her topluma gönderilen, doğruyu ve güzeli gösteren önderler ilahi mesajın tebliği ile görevlidirler. Bu önderlerin tebliği de bütünlük içinde düşünülmelidir. Sonuçta bütün toplumları kucaklamamız gerekmez mi?Toplumların tamamını düşünürsek zaten insanlık ailesine varırız ki Kur'an hepimizin başlangıçta bir tek ümmet olduğunu vurgulamıyor mu? O yüzden bütün insanlık ailesini kucaklayabilmeliyiz. Ancak o zaman Kur'an'ın müjdesi olan tek ümmete ulaşabiliriz.
Kur'an dinden ne anlaşılması gerektiğini ise aşağıdaki ayetlerde belirtmektedir.
(Kur'an)3-19 Allah katında din İslam'dır...
(Kur'an)5-3 ...Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı seçtim.
(Kur'an)3-85 Kim İslam'dan gayrı bir din ararsa artık o, ondan asla kabul edilmeyecektir...
İslam kelimesi Allah'a teslim olmak olarak açıklanmaktadır. Ancak günümüzde hem doğu ve hem de batı dünyasında İslam kelimesi sadece son peygamber Muhammed'in tebliğ ettiği ve Kur'an'da kelimelere dökülen bir din olarak düşünülmektedir. Özellikle kendilerine müslüman diyen Kur'an bağımlılarının böyle bir iddiada bulunmaları daha önce verilen Kur'an ayetleri ile çelişmektedir. Kur'an'a göre dinin tekliği ve başlangıçtan beri aynı öğretinin insanlığa verildiği doğru ise o zaman Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya ve Muhammed'e önerilen ve vahyedilenlerin tamamı tek dindir ve adı da İslam olması gerekir. Kur'an bu konuda herhangi bir ayrım yapmamakta, Eski Ahit ve Yeni Ahit'i kendi kutsal kitapları olarak kabul edenleri Kitap verilenler
(Ehl-i Kitap) diye isimlendirmektedir. Eldeki metinlerde görüldüğü kadarı ile İsa hiçbir zaman yeni bir din tebliğ ettiğini söylememiştir. Hıristiyanlık kelimesi ise İsa'dan sonraki yıllarda kullanılmaya başlanmış bir terimdir ve ilk olarak Yeni Ahit'te Elçilerin işleri bölümünde görülmüştür:
(Yeni Ahit, Elçilerin İşleri) 11-26 ...Öğrencilere ilk kez Antakya'da Hıristiyanlar adı verildi...
Tanrı'ya teslim olmak konusundan Yeni Ahit'te de bahsediliyor:
(Yeni Ahit, Yakup'un mektubu) 4-7 Tanrıya teslim olun ve iblise direnin...
(Pavlus'tan Romalılara mektup) 6-13 ...ölümden hayata döndürülenler gibi kendinizi Tanrı'ya teslim edin ve doğru hedeflerde kullanılması için benliğinizin tamamını Tanrı'ya teslim edin.
Görüldüğü gibi İncil bağımlıları da din öğretisinde Allah'a teslim olunmasını esas alıyor. Bu bahsedilen fiil ise İslam kelimesinin uygulamaya geçirilişinden başka bir şey değildir. Hal böyle iken İncil bağımlılarının, Kur'an'ın söylediği ve şikayet ettiği gibi kendilerine "biz Hıristiyanlarız" deyip farklı bir dine sahip olduklarını sanmaları bütünden kopuş değil midir. İncil bağımlılarının kendilerinin kullandığı terim olan Hıristiyan, İngilizce Christian kelimesi olup İsa'nın öğretisini takip edenlerdir ki bu terim Türkçe'de İsevi terimi ile aynıdır. Aynen Musa'nın öğretisini takip edenlerin Musevi ve Muhammed'in öğretisini takip edenlerin de Muhammed'i olması gibi. Fakat kişilerin takip ettikleri kitap hangisi olursa olsun bütünden bir ayrılış söz konusu değildir ve bu olayda herhangi bir çelişki yoktur. Ancak bugüne kadar, Eski Ahit, Yeni Ahit veya Kur'an bağımlısı olanlar, bağımlısı oldukları kitabı kendileri mi belirlemişlerdir, yoksa toplumun ve ailenin baskısı ile ve çok küçük yaştan başlayarak beyinlerin yıkanması ve daha çok toplumsal örf ve adetlerin de etkisi ile belli bir kitabı takip etmeye mi başlamışlardır? Sorunun cevabı, üzülerek belirteyim ki ikincisidir. Yani toplumun etkisi ile birey çocuk yaşta yönlendirilmiştir. Din öğretisi Yaratan ile yaratılan arasında çok özel bir ilişkidir. Bu ilişkide bireyin vahye dayalı bir öğretiyi kabul etmesi esastır. Bu kabulde hiçbir şekilde toplum baskısı olmaması gerekir. Birey var olan ve ilahi mesajı ileten kitapları okumalı ve kendi özgür iradesi ile bağımlısı olacağı kitabı kendi seçebilmelidir. Ancak o zaman inanma fiilinin bir değer taşıyacağını ileri sürebiliriz. İlahi mesajı ileten kitaplar çok eski dönemlerdeki bazı cezalandırmalar hariç, mükafat ve cezanın bireysel olduğunu anlatır. Eğer durum böyle ise birey niçin toplumun baskısı altında kalarak özgür iradesinin dışında bir uygulamayı kabul etsin. İnsan olmanın özelliği, sonucunda ceza da olsa mükafat da olsa bireyin özgür seçimi ile olmalıdır. Allah herkese akıl vermiştir. Aklını kullanmak ise kişiye kalmıştır. Hatırlanması gereken bir konu da din öğretisinin insan için var edildiğidir. Yoksa insan din öğretisi için yaratılmamıştır. bu konu İsa'nın öğretisinde de vurgulanır. Eski Ahit bağımlıları için kutsal olan Şabat günü ile ilgili olarak İsa şunu söylüyor:
(Markos İncili) 2-27 ..."İnsan Şabat günü için değil, Şabat günü insan için yaratıldı."
Din öğretisinin bir yönü ise insanı özgürleştirmesidir. Bu konu ile ilgili olarak Yeni Ahit'e bakalım:
(Yuanna İncili) 8-31,32 İsa kendine inananlara dedi ki:"Benim öğrettiğime inanırsanız, benim gerçek takipçim olursunuz. Siz gerçek nedir bileceksiniz ve bu gerçek sizi özgürleştirecektir."
İsa'nın öğretisi ana kaynaktan geldiğine göre insan sanısı ile saptırılmamıştır ve doğrudur.Beşeri düşünceler ise İsa'dan önceki dönemde Allah'ın dininde değişiklikler yapmış olmalı ki İsa o günkü toplumun saplantılarından kurtulabilmesi için gerçekleri anlatacağını söylemektedir. Beşer etkisi ile din artık Kur'an'ın tarif ettiği gibi arı duru değildir, maalesef kirlenmiş olmaktadır. Aynı olay İsa'dan sonra da olmuş ki bakın Kur'an ne diyor?
(Kur'an) 7-157 Onlar ki, Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları ümmi peygambere uyarlar; o onlara iyiliği emreder, kötü ve çirkinden alıkoyar. Güzel şeyleri onlara helal kılar, pis şeyleri onlara yasaklar. Sırtlarından ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki zincirleri bağları söküp atar...
Görüldüğü gibi din öğretisi beşere özgürlük getirmektedir. Ancak bu özgürlüğe kavuşabilmesi için beşerin insan yapısı dinden uzak kalması gerekir. Din öğretisi bireyseldir. Tanrı ile insan arasındadır! Eski Ahit'in Levililer kitabında ibadetle ilgili kurallar verilmiş ve din seremonilerinin yürütülmesinde din adamlarının sorumlu olduğu belirtilmiştir ve Levililer'le devam ettirilmiştir. Yeni Ahit'te ise İsa'nın öğretisinde din adamlarının varlığından bahsedilmemiştir. İsa'nın öğretisinin duyurulmasında büyük çaba sarf eden ve bu öğretinin bir doktrin haline gelmesinde büyük emeği olduğu söylenen Pavlus'un seyahatleri sırasında zaman zaman el emeği ile para kazandığı anlatılmaktadır. Eski Ahit'te dini seremonilerde sadece erkekler görevliydi ve kadın görevli yoktu. İsa'dan sonra, İsa'nın öğrettiklerinin topluma duyurulmasında muhtemelen erkek ve kadınlar görev yapmış olmalı ki Pavlus Korintlilere yazdığı birinci mektubunda kadınların kiliselerde konuşmalarını yasaklamaktadır. Kadın ve erkek ayrımı niçin yapılıyor, belli değil. Günümüzde ise bazı kiliselerde kadınların da görev yaptığı görülmektedir
Peki Kur'an Allah'ın mesajının iletilmesinde bir din adamları grubundan bahsetmekte midir? Cevap hayırdır. Dolayısıyla insanların öğretiyi verecek kitaplara sarılmaları lüzumludur. Her bireyin dinine sahip çıkması gerekir. Dinini öğreneceği tek kaynak ise sadece takip ettikleri kutsal kitapların kendileridir. Diğer taraftan din öğretisinin sağlayacağı özgürlükle ilgili olarak Yeni Ahit'e bakalım:
(Yeni Ahit, Petrus'un birinci mektubu) 2-16 "Özgür insanlar olarak yaşayın; ama özgürlüğünüzü kötülük yapmak için bahane etmeyin. Tanrı'nın kulları olarak yaşayın"
Petrus bu sözleri ile özgürlüğün sınırını belirlemektedir. Din öğretisi eğer Allah'ın Dini'nin öğretisi ise bireyin özgür seçimini esas alırken diğer taraftan bireye yumuşak yaklaşır. Din öğretisinin bu yönünü Kur'an'da açık bir şekilde görürüz:
(Kur'an)2-256 Dinde baskı zorlama-tiksindirme yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan net bir biçimde ayrılmıştır.
(Kur'an)73-20 ... O halde Kur'an'dan size kolay geleni okuyun.
Geçmişe ve günümüze baktığımızda ne görüyoruz? Her kitap bağımlısı sadece kendi inancının gerçek olduğunu sanıyor ve diğer kitap bağımlılarını ise en azından küçümsemektedir. Bu yanlış sanıya dayanarak, hem de Allah adına, savaşlar açıldığını ve insanların yok yere öldürüldüğünü hatırlayalım. Allah'ın insanlardan istediği bu olamaz. Musa'ya verilen on emirden biri ne idi? ÖLDÜRME! Eski Ahit bağımlılarının ve Yeni Ahit bağımlılarının kendilerine menfaat sağlamak için masum insanları öldürmeleri hangi inanç sistemi ile açıklanabilir. Kur'an bağımlılarının da çeşitli sebeplerden, diğer Kur'an bağımlıları ve diğer kitap bağımlılarına savaş açmalarının ilahi mesaja göre bir açıklaması var mıdır? İnsanlar niçin birbirlerinin inancına ve hakkına saygı gösterip tek bir aile gibi yaşamasını öğrenemedi? Demek ki henüz gerçekleri göremedik ve beşer olmaktan insan olma aşamasına geçemedik. Henüz öğrenimimizi tamamlayamadık.
Din öğretisinin özünü İsa, kutsal yasanın en önemli buyruğu olarak bakın nasıl açıklıyor:
(Matta İncili) 22-37,38,39 "Tanrı'nı bütün yüreğinle, bütün ruhunla ve bütün aklınla sev. En büyük ve önemli emir budur. İkinci en büyük emir ise şudur: Komşunu kendin kadar sev. Kutsal yasanın tamamı ve bütün peygamberlerin öğretisi bu iki buyruğa dayanır."
Görüldüğü gibi İsa, İncil'de hem Yaratan’ın hem de yaratılanın bütün benliğimizle sevilmesini öneriyor. Acaba, İncil bağımlıları, İncil'de vurgulanan bu buyruğa uysalardı dünya nasıl olurdu? Bu sorunun cevabını bulmak için günümüz dünyasına bakmak yeterlidir. İncil bağımlıları, kendi tanımları ile bir "Hıristiyan Kültürü"nden bahsediyorlar. Bu kültürün, eğer varsa, acaba İsa'nın öğretisine dayandığını söylemek imkanı var mıdır? Sorunun cevabını herhalde İncil bağımlıları kendileri vermelidir. Ancak İsa'nın öğretisini anladıktan sonra.
Yaratan'ın, Kur'an'da verilen isimlerinden ikisi Rahman ve Rahim'dir. Bu isimler ise Yaratan’ın sonsuz sevgisini anlatan kelimelerdir. Yaratılışın özünde Tanrı sevgisi olduğunu kabul edersek bireyin kendi özündeki ilahi sevgiyi arayıp bulması gerekmez mi? Anlayabildiğimiz kadarıyla din öğretisinin, bireye kendi özündeki ilahi sevgiyi bulabilmesinin işaretlerini ve dolayısıyla yolunu gösterdiğini kabul edebiliriz.
Beşer Yaratan'ı nasıl sevecek? Önce tanıması gerekmez mi? Beşer, zaman faktörünü de düşünürsek dört boyutlu bir dünyada yaşayabilmesi için gerekli fiziksel yetenekle donatılmıştır. Gözleri ile görmediği şey onun için yoktur. Teknolojik gelişmeler gözün görmediğini bize gösterebilmektedir. Ancak bu gelişmeler de yeterli değildir. İşte bu konumda beşerin görmediğine inanması, yani iman konusu ön plana çıkar. Kutsal kitaplarda anlatılanlar her konuda olduğu gibi bu konuda da yüce Yaratan'ın beşere yardım ettiğini gösterir:
(Eski Ahit, Tesniye kitabı) 30-6 Tanrı'nız sizin ve çocuklarınızın kalplerinizi, Tanrı'yı bütün kalbinizle sevebilmeniz için açar.
Aynı konuda Kur'an daha ileri giderek inananların sevgisinin hangi boyuta ulaşabileceğini gösteriyor:
(Kur'an) 3-119 Siz öyle kişilersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Ve Kitap'ın tümüne inanırsınız...
Karşılıksız sevgiden Yeni Ahit'te de söz edilmektedir:
(Matta İncili) 5-38,39 "Göze göz, dişe diş " sözünü duymuşsunuzdur. Fakat şimdi ben size diyorum ki, eğer birisi sağ yüzünüze vurursa sol yüzünüzü çevirin.
(Matta İncili) 5-44 ...düşmanlarınızı sevin, sizi öldürenler için dua edin
Burada bahsedilen karşılıksız sevgi, hatta bireyin düşmanlarını bile sevebilmesi olağanüstü değil mi? Böyle bir sevgi belki de Kur'an ayetinde belirtildiği gibi Kitap'ın tümüne inanmakla yani bütünlüğü görebilmekle mümkün olabilir. Yukarıda verilen ve Tesniye Kitabı'nın (30-6) ayetinde sözü edilen "kalbin Tanrı tarafından açılması" na benzer bir ayet Kur'an'da şöyle ifade ediliyor:
(Kur'an) 6-125 Allah iyiye ve güzele götürmek istediğinin göğsünü İslam'a açar.
Her iki ayet te Tanrı iradesinin gücünü vurgulamaktadır. Bu incelemenin gerek ilk bölümü olan Yaratılış bölümünde ve gerekse bu bölümde verilen ayetler Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kur'an'dan derlenmiştir. Verilen ayetlerin tamamından anlayabildiğimiz din öğretisinin tek oluşudur. Bunun özü de Allah'a teslim olmaktır. Kur'an bunun "Allah'ın dini" olduğunu belirtir ve "İslam" adını verir. Yoksa sözü edilen kitapların her biri farklı bir din öğretisinin kitabı değildir. Bizlere farklı dinlere işaret eder gibi sunulması sanıyorum din adamlarının yanlış yönlendirmesi ile olmuştur. Bireylerin yanlış yönlendirilmeleri sonucu toplumların, atalarının verdiği ahit'e(antlaşma) uygun hareket etmedikleri hem Eski Ahit'te ve hem de Kur'an'da vurgulanır:
(Eski Ahit, Malaki) 2-10 ... Öyleyse neden atalarımızın yaptığı antlaşmayı bozarak herkes kardeşine ihanet ediyor?
(Kur'an) 3-187 Allah, kendilerine kitap verilenlerden şu yolda misak almıştı:"Onu insanlara mutlaka açık seçik bildireceksiniz, onu saklamayacaksınız." Ama onlar Kitap'ı sırtlarının gerisine attılar, basit bir ücret karşılığı onu sattılar...
(Kur'an) 4-153,155,162 Ehli kitap, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor...
Başlarına gelenler; ahitlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri,... yüzündendir.
Ama onların ilimde derinleşmiş olanları ve müminler, sana indirilene de senden önce indirilmiş olana da inanırlar...
Din öğretisinin bir yönü de evrenselliğidir. İsa'nın öğretisinin yayıldığı ilk asırlarda öğreti tek idi. Onun günümüze gelen uzantısı Katolikliktir. Katoliklik evrensellik demektir. Ancak muhtemelen öğretiye sokulan beşer yapısı ekler veya başka sebepler, İsa'nın öğretisinin uygulanmasında çeşitli bölünmelere yol açmıştır. Katoliklik kelime manası evrensellik iken ve bütünleştirici olması gerekirken bölünmelere sebep olmuştur. Benzer gelişimi Kur'an'ın öğretisinde de görüyoruz:
(Kur'an) 38-87 Bu alemler için bir zikir'den başka şey değildir.
(Kur'an) 25-1 Şanı yücedir o kudretin ki, hakla batılı ayıran o Furkan'ı, bütün alemler için bir uyarıcı olsun diye kuluna indirdi.
(Kur'an) 21-107 Ve biz seni ancak alemlere bir rahmet olarak gönderdik.
Kur'an'ın öğretisinin de evrensel olduğunu Kur'an kendisi ifade ediyor. Ancak görebildiğimiz kadarı ile Kur'an'a inananlar da çeşitli gruplara bölünmüş durumdalar. Ne İncil'i ve ne de Kur'an'ı takip edenler kendilerinden beklenen bütünleştiriciliği maalesef başaramadılar. Bir yönden Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kur'an'ın mesajını ayrı birer din olarak bize anlattılar; diğer yandan her kitabı parçalara böldüler. Bunu bugün İncil bağımlılarının farklı adlar altındaki kiliselerinin olmasında ve Kur'an bağımlıları arasında ise farklı mezhepler ve hatta tarikatların ortaya çıkmasında görüyoruz. Bu parçalanmanın insanlığa verdiği zararlar geçmişte görülmüştür ve günümüzde de görülmektedir. Kur'an bugünkü görünümü ortaya çıkaranlar hakkında hükmünü vermiştir:
(Kur'an) 13-25 Allah'a verdikleri sözü, onu antlaşma haline getirdikten sonra bozanlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi parçalayanlar ve yeryüzünde bozgun çıkaranlara gelince, böyleleri için lanet var.
Beşer maalesef sürekli olarak ilahi mesajın özünü tarih içinde unutmuş ve özden uzaklaşmış ve o yüzden de aynı öz değişik adlardaki kitaplarda tekrarlanmıştır. Yani Kur'an'ın deyişi ile farklı dönemlerde bir hatırlatma yapılmıştır:
(Kur'an) 20-3 Saygıyla ürperene bir hatırlatma olsun diye indirdik.
Bütün bu hatırlatmalara rağmen insanlığın günümüzdeki durumuna bir bakalım: Sadece perişanlık görüyoruz.. Doğal afetler, beşeri savaşlar, soygunlar, paylaşımdaki dengesizlik; dil, ırk ve sözde din farklılığına dayanan bölünmeler, gruplaşmalar ve dışlamalar ve sonuçta dünya çapında huzursuzluk Bu mudur İncil'de vaat edilen Tanrı'nın Krallığı? Daha çok beklerler. Özellikle Batı toplumları teknolojik gelişme ile medeni olmanın aynı şey olmadığını en kısa sürede anlamak zorundadır. Yoksa insanlar kendi evlerinde bile huzura kavuşamayacaklardır. İnsanlık toplumunun başına gelenler tamamen kendi hatası yüzündendir. Bireyler için de aynı düşünce geçerlidir. Hiç kimsenin ayrıcalığı yoktur. Bunu Kur'an Muhammed'e bile acımasızca hatırlatıyor:
(Kur'an) 4-79 İyilik ve güzellikten sana her ne ererse Allah'tandır. Kötülük ve çirkinlikten sana ulaşan şeyse kendi nefsindendir...
Bu ayet bir ders olmalıdır. Her birey öncelikle kendi nefsini kontrol altına alabilmelidir. Sanıyorum, ilahi mesajın özü olan sevgi kalplerimizde yerleşmeye başlarsa insanlığın bütünleşmesi sağlam bir temele oturur. Din öğretisinin bireysel olduğu ve öyle olması gerektiği daha önce belirtilmişti; Tekrar edilmesinde yarar var. Her birey dinine yani Allah'ın dinine sahip çıkmalıdır.
Buraya kadar Ortadoğu bölgesinde tebliğ edilen üç kitapla ilgili bir incelemeden sağlanan kişisel sonuçlar sunulmaya çalışıldı. Dünyamızın diğer bölgelerinde yaşayan toplumlara da elçi gönderilmiş olduğunu hem o toplumların inanç ile ilgili kitap ve ritüellerinden hem de Kur'an'dan anlıyoruz:
(Kur'an) 10-47 Her ümmet için bir resul ön görülmüştür...
Dünyamızın farklı coğrafyalarındaki toplumların inanç sistemlerinin özü de, bu ayete göre, aynı kaynaktan iletilmiş olması gerekir. O halde genelleştirirsek dünya yüzünde görülen ve farklı olduğunu sandığımız bütün inanç sistemleri ve ritüellerine saygılı davranmalıyız. Her birey ilahi mesajı ileten bütün kitapları kendi ana dilinde okuyabilmeli ve istediği kitabı veya kitapları özgürce seçip hayatına uygulayabilmelidir.Toplumsallaşmış ve kurumsallaşmış bir dinin etkisinden, bireyin ancak özgür vicdanı ile kitabını seçerek kurtulabileceğini düşünebiliriz. Kurumsallaşmış ve toplumsallaşmış bir dinin Allah'ın dini olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir. Böylece özgürlüğüne kavuşmuş bireylerden oluşan bir dünya toplumu artık aynı insanlık ailesine ait olduğunun bilincine varabilir. Her birey özgür olduğu için diğerlerinin özgürlüğüne de sevgi ve saygıyla yaklaşır. İşte böyle bir dünya İncil'de adı geçen Tanrı'nın Krallığı değil midir?
İlahi mesaj insanların mutlu olması için, insan olduklarını farketmeleri ve insanca yaşamaları için indirilmiştir.Mesaj insanlık ailesini oluşturan bireylerin birbirleri ile ve hatta bütün yaratılışla uyumlu olmalarını ister. Bu açıdan baktığımızda bireyin doğa ile uyumlu yaşaması gerekir. Doğada var olan her şey insanlığın yararlanması içindir. Ancak yararlanma ihtiyaç ile sınırlı olmalıdır. Fakat maalesef beşer bu konuda da başarılı olamamıştır. Doğanın verdiğini tükenmez bir hırsla ve hatta artan bir hırsla tüketmektedir. Sonuçta ise yaşadığımız ve gelecekte daha da fazlasına tanık olabileceğimiz, insan yaşamını alt üst eden tabiat olayları meydana gelmekte ve eğer önleyici tedbirler alınamazsa, hırsını dizginleyemeyen insanlık kendi sonunu hazırlamaktadır. Bu konuda ise özellikle teknolojide ileri toplumların ve bütün insanlık ailesinin, ilkel toplumlar diye adlandırılan ve Afrika, Avustralya ve Amerika'da yaşayan o bölgelerin yerli toplumlarından öğreneceği çok şey olduğunu sanıyorum.
Özellikle Kur'an'da dikkatimizi çeken bir husus beşere bir hedef gösterilmesidir. Konu ile ilgili olarak bazı Kur'an ayetlerini hatırlamak yararlı olacaktır:
(Kur'an) 10-4 Allah'tan hak bir vaat olarak hepinizin dönüşü Yalnız O'nadır.
(Kur'an) 3-14 ... Allah'a gelince, varılacak yerin en güzeli O'nun yanındadır.
Şimdilik sadece ikisi verilen Kur'an ayetleri beşere hedefin ne olması gerektiğini açıklıyor. Bu hedefe nasıl ulaşılacağı muhtemelen Kutsal kitaplarda verilmektedir. Bireyin görevi ise kendisine uygun gelen ve kendi özgür iradesi ile seçtiği kitap veya kitaplardan hedefe ulaştırabilecek yol haritasını bulmaktır. Muhtemel yol haritası ile ilgili olarak derleyebildiğimiz bazı ayetler ise diğer bölümlerde verilmeye çalışılacaktır.
Cümle yaradılmışa birlik ile bakmayan
Halka müderris ise hakikatte asidir
Yunus Emre
İMAN
İman kelimesi, Türkçe sözlüklerde, Dinin ortaya koyduğu doğmalara inanma, din inancı, kutsal inanç,.. veya İslam dinine inanma olarak açıklanmaktadır. Bu açıklamada kullanılan doğmalar terimi beşeri mantıkla yaklaşıldığında doğru olabilir. Din öğretisinin anlattığı konular ve bunlardan bir örnek olarak cennet, cehennem nerde diye sorulabilir; hatta Yaratıcı gücün beşer gözüyle görülemediğinden söz edilebilir. O yüzden Kur’an sürekli olarak akıl sahiplerinden ve aklını işletenlerden ve gönül gözü ile görebilenlerden bahseder. Ancak konumuz böyle bir tartışmaya girmek değildir. Sadece yukarıda iman kelimesinin verilen anlamları içinde geçen ve İslam dinine inanma ile sınırlanan açıklama üzerinde durmaktır. Eğer İslam dini terimi, Kur’an’ın özüne uygun olarak kullanılmış olsaydı bu tarifin doğru olduğunu kabul edebilirdik. Bu terim toplumun günlük yaşamında kullandığı mana ile ve kimlik kartlarında İslam yazan bireylerin ait oldukları din olarak kullanılmışsa üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gerekir. Kendilerinin Müslüman olduğunu söyleyen toplumlarda bireylerin sadece kendilerinin iman sahibi olduğuna inandığı gözlemlenebilir. Bu durumda bu incelemenin konusu olan diğer kitaplar; Eski Ahit ve Yeni Ahit’e bağımlı olanlar kimlerdir? Daha önce verilen bölümlerde anlatılmaya çalışıldığı gibi; Kur’an daha önce gelen kitapları tasdik eder ve Kur’an bağımlılarının daha önce gelen kitapları ve o kitapları tebliğ eden elçileri ayrım yapmadan kabul etmeleri gerektiğini bildirir:
(Kur’an) 2-285 Resul, Rabbinden kendisine indirilene inanmıştır, müminler de. Hepsi Allah’a, onun meleklerine, kitaplarına, resullerine inanmışlardır. Allah’ın resullerinden hiçbirini ötekinden ayırmayız.
Görüldüğü gibi inananların, bırakın resulleri reddetmeyi aralarında ayırım bile yapmaması gerektiği açıkça anlatılmış. Aşağıdaki ayete bakalım:
(Kur’an) 2-62 Şu bir gerçek ki iman edenlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp barışa yönelik iş yapanların, Rableri katında kendilerine has ödülleri olacaktır...
Bu ayette geçen iman edenler, Kur’an’ın indirildiği dönemde, muhtemelen belki Muhammed’e inanan ve Kur’an öğretisini takip edenleri belirtmek için kullanılmış olabilir. Ancak bunu genelleştirmek ve iman etmek ile sadece Kur’an bağımlısı olmayı ilişkilendirmek herhalde doğru olmaz. Zaten ayetin devamında diğer kitap bağımlıları da, iman edenler terimi ile birlikte ele alınıp hepsinden, sadece Allah’a ve ahiret gününe inanıp barışa yönelik iş yapanlar söz konusu ediliyor. Doğrusu da herhalde budur. Kur’an’ın, hem ilahi mesaj çerçevesinde daha önce verileni tasdik etmesi ve hem de önceki kitapları reddetmesi mümkün değildir.. İman kelimesinin sözlükteki ikinci anlamı olarak verilen “İslam dinine inanma”, zaten bu incelemenin ana fikri ile uyuşmaktadır. Daha önce Din bölümünde açıklanmaya çalışıldığı gibi din tektir ve onun adı İslam’dır; din öğretisi ise sürekli olup Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kur’an bu öğretinin kitaplarıdır. O halde birey hangi kitap veya kitaplara bağlanırsa bağlansın değişen bir şey yoktur. Bir ayırım söz konusu değildir. Hepsi de iman etmiş kişiler diye düşünebiliriz. Bu genel yaklaşım ilk bakışta doğru görünebilir. Ancak bir kitaba bağımlı olmak ve iman etmek; bu iki fiilin farklı olduğunu Kur’an belirtmektedir.
(Kur’an) 49-14 Bedeviler, “İman ettik” dediler. Deki:”Siz iman etmediniz. Ancak “Müslüman olduk” deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah’a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez...
Yukarıda verilen Kur’an ayetini (49-14) tekrar ele alırsak:
Müslüman kelimesi geçmişte ve günümüzde sadece Kur’an bağımlılarına toplum tarafından verilen ad olarak kullanılır. Halbuki Kur’an geçmişte de yani Kur’an daha indirilmeden çok önce de Müslümanların varlığına işaret eder:
(Kur’an) 3-67 İbrahim ne bir Yahudi’ydi ne de bir Hıristiyan. O, sadece hanif bir müslümandı.
(Kur’an) 10-71,72 Onlara Nuh’un haberini de oku. Hani toplumuna şöyle demişti:
“...Bana müslümanlardan olmam emredildi.”
(Kur’an) 10-84 Musa dedi ki: “Ey toplumum! Eğer Allah’a inandınızsa, gerçekten müslümansanız, yalnız Allah’a dayanıp güvenin.
(Kur’an) 5-111 Havarilere şunu vahyetmiştim: “Bana ve resulüme inanın.” Şöyle demişlerdi: “İman ettik, sen de tanık ol, biz müslümanlarız.”
Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz. Müslümanlık ilahi mesaja inanmadır. İlahi mesajın zamanla değişmeyeceği ve aynı olduğu zaten DİN bölümünde anlatılmıştı ve bunun adının da İSLAM olduğu belirtilmişti. O halde asırlar içinde beşeriyete hatırlatma yapılarak sunulan ilahi mesaja inanan herkes, takip ettiği kitabın adı ne olursa olsun kendisi bir müslümandır.
Anlaşıldığı kadarı ile kelimelerle iman ettiğimizi belirtmemiz, müslüman olduğumuzu söyleyebilmemiz için yeterli olabilir. Halbuki iman etmek olayında esas gerçekleşmesi gereken imanın yani inanmanın kalben olmasıdır. Kalbe girmiş iman konusunda İncil’de de uyarı vardır. İsa öğrencilerine bakın ne diyor:
(Matta İncili) 17-20 ...size garanti ederim ki, eğer şu hardal tanesi kadar imanınız olsaydı; şu tepeye “burdan şuraya git” deseniz tepe gidecektir. Her şeye gücünüz yetebilir.
(Matta İncili) 21-22 Eğer İman etmişseniz duanız sırasında istediğiniz her şey gerçekleşir.
(Markos İncili) 9-23... inanmış kişi için her şey mümkündür.
Kalbe inmiş imanın, inanmış bir insana ki, bunların adı müminlerdir, sağladığı güç olağanüstü değil mi? Bunlara bakarsak imanı kalbe inmiş olan geçmişte ve günümüzde acaba kaç birey vardır? Diğer taraftan her bireyin kendisini sorgulayıp yapması gerekenleri düşünmesi bile bir başlangıç olabilir. Herhalde İsa’nın bahsettiği güce sahip olabilecek inanmışların bu güçlerini hiçbir şekilde yaratılışın hedefi ve planı dışında kullanma niyetini bile taşımasının mümkün olamayacağını da belirtmeliyiz.
Benzer şekilde yukarıda verilen Kur’an ayetini (49-14) tekrar hatırlayalım. Müslüman olmanın iman etmek için yeterli olmadığını anlatan ve yukarıda verilen başka bir Kur’an ayetini de tekrar ele alalım:
(Kur’an) 10-84 Musa dedi ki: “Ey toplumum! Eğer Allah’a inandınızsa, gerçekten müslümansanız, yalnız Allah’a dayanıp güvenin.
Yani İlahi mesaj Kur’an’ın dilinde ancak gerçek müslümanların Allah’a inanmış olacaklarını söylüyor ve devamında ise ancak inananların sadece Allah’a güveneceklerinin altını çiziyor. Sadece Allah’a güvenme ve bunun insan hayatındaki yansımalarına yönelik olarak İsa’nın söylediklerine kulak verelim:
(Luka İncili) 16-11,13 Dünyanın aldatıcı serveti konusunda güvenilir değilseniz, gerçek serveti size kim emanet eder? Hiçbir uşak iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya, hem paraya kulluk edemezsiniz.
Gerçek zenginlik herhalde paraya kulluk ederek elde edilemez. Kendilerine biz Museviyiz, Biz Hıristiyanız, biz Müslümanız diyenlerin ve parayı ön plana alanların düşünmeleri gerekmez mi? Acaba toplumlar arasındaki ayırımcılık, farklı dinlere ve mezheplere bölünmek ve bunu yaparken Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi parçalamak, iman etmekle örtüşür mü? Hangi toplumda gerçekten Allah’a inanmış bir birey diğer kitap bağımlılarını kendisinden farklı görebilir? Farklılıkların olmadığını görebilecek bilinç seviyesine ulaşmamız için çok gayret etmemiz lazım. Ama her şeyin başında önce işe niyet etmek olduğunu hatırlamalıyız.
İsa’nın sözlerini hatırlayalım (Matta İncili,17-20).İsa imanla ilgili olarak bir miktar benzetmesi yapmak için hardal tanesini örnek olarak vermiş. Hardal tanesi çok küçüktür. Gerçekte imanın ölçüsünü miktarla ifade etmek mümkün olmasa gerek. Belli ki İsa kendi döneminde yaşayan insanların bilinç seviyesine uygun bir benzetme yapmış. Ancak imanın az veya çok olabileceğini de Kur’an’dan anlıyoruz:
(Kur’an) 8-2 İnanmış olanlar o kişilerdir ki, Allah anıldığında yürekleri titrer ve onlara Allah’ın ayetleri okunduğunda, bu onların imanlarını artırır. Ve onlar yalnız Rablerine güvenip dayanırlar.
(Kur’an) 48-4 O, odur ki, müminlerin gönüllerine, imanları beraberinde iman geliştirsinler diye, mutluluk ve huzur indirdi. Yalnız Allah’ındır göklerin ve yerin orduları.
(Kur’an) 30-60 O halde sabret. Kuşkun olmasın ki, Allah’ın vaadi haktır. İmanı kemale ermemişler seni hafifliğe sevketmesinler/seni küçümseyemiyeceklerdir.
(Kur’an) 5-93 İman edip barışa yönelik işler yapanlara; bundan böyle korunup iman ederek iyi işler yaptıkları, sonra takvaya sarılıp imanda kemale erdikleri, sonra bir mertebe daha korunup güzellikler sergiledikleri takdirde, daha önce tatmış oldukları haramdan ötürü hiçbir günah yoktur.
Yukarıda verilen Kur’an ayetleri imanın da mertebeleri olduğunu açıkça anlatıyor. İmanın sürekli gelişim içinde olması, anlayabildiğimiz kadarı ile, bireyin davranışlarını da etkiliyor ve daha bir güzelleştiriyor. Bireyin davranışlarının daha da güzelleşmesinin sebebi ne olabilir? Sürekli olarak imanı artan bireyler, olabilir ki yeni gerçeklere gözlerini açmakta , bu gelişim ise, muhtemelen aynen etki-tepki olayında olduğu gibi tekrar imanlarını artırmaktadır. Acaba imanları artan bireyler gözlerini açtıkları yeni gerçeklerde neler görmekteler ki; kendilerine, çevrelerine ve hatta tüm yaratılışa mümkün olan en güzel davranışla yaklaşmaktalar. Buna yönelik olarak, acaba o bireyler kendilerini sadece dünya ve insanlık değil tüm yaratılışla bir bütün olarak görüp, hiçbir ayrılık ve farklılık görmemekteler mi diye sorabilir miyiz? Kim bilir, o bireyler belki de her türlü farklılığı kaldırabilmiş ve çoklukta tekliğe ulaşmış olabilirler.
İman kalbe indiğinde o kalbin sahibine kazandırdıklarından çok önemli bir tanesinin ise barışı sevmek ve barış içinde bulunmak olduğunu Kur’an’dan anlıyoruz. Kur’an’da yaklaşık yüz civarında ayette iman etmek ve barışa yönelmek gibi iki fiil birbirini takip edecek şekilde kullanılmıştır. Bu ayetlerden bazı örnekleri aşağıda görelim:
(Kur’an) 7-42 İman edip barışa yönelik işler yapanlar ise cennetin dostlarıdır.
(Kur’an) 41-8 İman edip barışa yönelik işler yapanlara gelince, onlar için minnet altına sokmayan bir ödül vardır.
(Kur’an) 47-2 İman edip barışa yönelik işler yapanlar ve Muhammed’e indirilene -ki o onların Rablerinden bir haktır- inanmış olanlara gelince, Allah onların çirkin davranışlarını örtmüş ve gönüllerini barışa yöneltmiştir.
(Kur’an) 4-124 Erkek veya kadın, inanmış olarak barışa yönelik işler yapanlar cennete gireceklerdir. Ve zerre kadar zulme uğratılmayacaklardır.
Sadece çok azı yukarıda verilen benzer ayetlerin mesajı açıktır. Kur’an bağımlılarının ana hedefinin cennete gitmek ve orada vaat edilen ödüllere ulaşmak olduğunu hepimiz biliriz.Ancak yukarıda verilen ayetlerde açıkça vurgulanan şey, iman etmek ve bunun sonucu olarak da barışa yönelik iş yapmaktır.Bu ayetlerde kimin hangi kitabı takip ettiğinden bahsedilmemektedir. Zaten böyle bir hüküm ayrımcılık yapmak olurdu ve böyle bir davranış ise ilahi mesajın özüne ters düşerdi. Toplumların kullana gelmekte olduğu terimlerle konuya yaklaşırsak, bu ayetler Müslüman, Hıristiyan veya Yahudiler demiyor; sadece iman edenler diyor. Her ne kadar yukarıda verilen bir Kur’an ayetinde (47-2) Muhammed’e indiriline inananlar , ifadesi yer alıyorsa da bu cümlecik aynı ayette, iman edip barışa yönelik işler yapanlar tanımlamasından sonra ve birlikte ele alınmış ve bir terslik görünmemektedir. Ayrıca, Kur’an’a göre Muhammed’e indirilene inanan, zaten bütüne inanmış değil midir? Yeter ki Muhammed’e indirilene inananın inancı, sözde değil kalbine inmiş olsun.Toplumun çoğunluğunun kendisini müslüman olarak tanımladığı ülkemizde çeşitli dönemlerde bazı birey ve grupların ve hatta bazı siyasetçilerin din konusunu sürekli gündemde tutmaya çalıştığı ve gereksiz tartışmalara sebep olduğunu ve huzur bozucu davranışlar sergilendiğini hatırlayalım. Acaba bu davranışlar Kur’an’ın mesajına uygun mudur sorusunun cevabını sanırım gene Kur’an’da bulabiliriz:
(Kur’an) 38-28 Yoksa biz, iman edip barışa yönelik işler yapanları, yeryüzünde fesat çıkaranlarla aynı mı tutacağız? Yoksa takva sahiplerini arsız sapıklar gibi mi yapacağız?
Beşer yapısı dine uyup bazı ritüelleri yerine getirip inanmış olduklarını iddia etmek ve kendileri gibi düşünmeyen ve davranmayanlar üzerinde baskı oluşturmak Allah’ın dininin özüne ters değil midir? Zaten gerçekten inanmış bir insanın, bütünlüğün farkına varmış bir müminin, başka bireyler üzerinde baskı oluşturması, bu davranışı ile toplum içinde fesat yaratması mümkün müdür? Çünkü bu tip davranışlar , Kur’an’ın beklediği barışa yönelme eylemine tamamen terstir. Konu ile ilgisi yönünden biraz önce verilen bir ayeti ve ondan sonra gelen ayeti birlikte okuyalım:
(Kur’an) 7-42,43 İman edip barışa yönelik işler yapanlar ise cennetin dostlarıdır.
Göğüslerinde kinden ne varsa söküp atmışızdır... Şöyle derler:”...Allah bize kılavuzluk etmeseydi biz buraya ulaşamazdık.”
Bu iki ayetin müjdesi fevkalade güzel. İman edip barışa yönelik işler yapanların, göğüslerindeki kinin de sökülüp atıldığını öğreniyoruz. Toplumumuzda bazı çevrelerde, geçmişe yönelik olarak hala sürdürülen kin nedendir? Sorunun cevabını okuyucunun yukarıda verilen ayetle birlikte düşünmesini öneririm. Diğer taraftan, Kur’an inananlara Allah’ın ipine tutunmalarını öneriyor:
(Kur’an) 3-103 Hep birlikte Allah’ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın... Birbirinizin düşmanı idiniz. Allah kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O’nun nimeti sayesinde kardeşler haline geldiniz...
Dünyanın neresinde olursa olsunlar göğüslerinde kin taşıyanların o ipi tutmaları mümkün müdür? Gözleri görüyor mu ki o ipi fark edebilsinler ve o ipe tutunabilsinler. Kur’an sayesinde düşmanlar bile kardeş olurken, bazılarının İlahi Mesajı vasıta ederek, kardeşleri düşman yapması acaba İlahi mesaja uygun mudur? Hiç sanmıyoruz. İlahi mesaj olsa olsa bütünleştirici olabilir, parçalayıcı değil. Eğer dine dayanarak elde edilen sonuç düşmanlık ve parçalanmışlık ise sebep İlahi mesaj değil beşerin kendisidir.
Kur’an imanın bireye sağladığı yararları çeşitli ayetlerde göstermiştir; yeter ki iman sözde kalmasın ve barışa yönelik işler, imanı takip etsin:
(Kur’an) 34-37 Sizi bize yaklaştırıp, katımızda size yakınlık sağlayacak olan, ne mallarınızdır ne de çocuklarınız. İman edip barışa yönelik işler yapanlar müstesna...
(Kur’an) 10-9 İman edip barışa yönelik amel sergileyenlere gelince, Rableri imanlarıyla doğruya ve güzele iletir.
(Kur’an) 40-58 Körle gören, iman edip barışa yönelik iş yapanlarla kötülük üretenler bir olmaz. Ne kadar da az düşünüyorsunuz.
İman etmek ve bunu takip edecek barışa yönelik işler, görüldüğü gibi Allah katına yakınlaşmada tek yol görünüyor. Bu hedefe ulaşabilmek için de gene daha fazla doğruya ve güzele yönelik fiil gerekli ki bununda ancak iman ve barış ilişkisini sergileyenlere Tanrı’nın bir hediyesi olduğu anlaşılıyor. Kur’an iman edip barışa yönelik iş yapma ile kötülük üretme yani fesat çıkartma, ki biraz önce (40-58) numaralı ayette de verilmişti, arasındaki farkı körlük ve görebilirlik arasındaki farka benzetiyor. O halde gerçekleri görmeyen dünyadaki körler, hangi dine sahip çıkıp o dinin savunuculuğunu yapıyorlar. Sahip çıktıklarını sandıkları din herhalde Allah’ın dini değildir.
Bireylerin iman etmesinde ve imanlarını ilerletmelerinde yaratanın yardımının gerektiğini Kur’an açık bir şekilde belirtiyor:
(Kur’an) 49-7,8 ...Allah, imanı size sevdirmiş ve onu gönüllerinizde süslemiştir. Ve size küfrü, öz-söz bozukluğunu, isyanı çirkin göstermiştir. Rüşte etmiş olanlar işte bunlardır.
Allah’tan bir lütuf ve nimet olarak. Alim’dir Allah, Hakim’dir
(Kur’an) 58-22 ...Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir... Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Allah’ın hizbi işte bunlardır.
Ne mutlu o varlıklara ki, onlara Allah’ın bir lütfu olarak, iman gönüllerinde süslenmiş ve iman etmiş olarak da davranışlarını düzeltmişler ve onlar böylece Kur’an’ın istediği ahlâki davranışları gösterirler. Dahası böyle bireyleri Kur’an Allah’ın kendilerinden hoşnut olduğu kişiler olarak ifade edip onları Allah’ın hizbi içine almaktadır. Kur’an’ın bu tanımlaması ile günümüz gerçeklerinin nasıl uyuştuğu hakkında düşünmemiz gerekmez mi?
Kur’an’ın İman sahipleri ile ilgili önerisi çok açıktır.
(Kur’an) 2-208 Ey iman sahipleri! Hepiniz toptan barış içine girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
Gerçek iman sahipleri bu ayette uyarılmaktadır. İmanın da mertebeleri olduğunu hatırlarsak bu uyarı gerçekçi bulunur. Diğer taraftan yeryüzünde fesat çıkaranlar ve insanlar arasına ayrılık tohumları saçıp bunları büyütenler herhalde Allah’ın kılavuzladığı bir yolda değildir. Ayet onların neyi takip ettiklerini de zaten pek güzel açıklamış. Biz her bireyin zamanla gerçekleri görüp barışa yönelmesini hep beraber bekleyelim ve umut edelim. Ancak Kur’an bu konuda da Yaratan’ın izninin gerektiğini belirtiyor.
(Kur’an) 10-100 Allah’ın izni olmadıkça hiçbir benlik iman edemez. Allah, pisliği aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.
(Kur’an) 10-99 Eğer Rabbin dileseydi insanların hepsi toptan iman ederdi. Hal böyle iken, mümin olmadıkları için insanları sen mi zorlayacaksın?
Bireyin ve genelleştirirsek toplumun ve hatta tüm insanlığın iman edebilmesi için de Allah’ın izni gerekiyor. Bir taraftan iman etmemiz ve barışa yönelik işler yapmamız isteniyor. Diğer taraftan bütün bunlar için de Allah’ın izni gerekiyor. Acaba bu işteki sır nedir? Acaba toplumu oluşturan bireylerin davranışları arasındaki tezatların sebebi nedir? Kur’an’dan bazı ayetlere bakalım:
(Kur’an) 25-20 ...Biz sizi birbiriniz için imtihan aracı yaptık.
(Kur’an) 29-3 ...Biz onlardan öncekileri de fitne yoluyla denemişizdir. Allah özüyle sözü bir olanları elbette bilecektir.
Özü sözü bir olanların sabırla önlerine çıkan imtihanları başardıklarını düşünelim. Onlar ödüllerini alacaklar ve muhtemelen de Kur’an’ın müjdesi gerçekleşecek ve tekâmül yolunda ilerleyeceklerdir. Ancak bir beşer olarak şu soruyu da sormamak mümkün değil. Yukarıda bahsedilen özü-sözü bir olanların sınavlarını başarmalarında vasıta olan ve o kötü davranışları sergileyen bireyler de sınavdaki gerekli olan görevlerini yapmışlardır. Onların durumu ne olacaktır? Sorunun cevabını biz bilemeyiz. Ancak bazı ipuçlarını gene Kur’an’dan görebiliriz:
(Kur’an) 5-48 ...Sizden her biri için bir yol ve bir metod belirledik. Allah dileseydi sizi elbette bir tek ümmet yapardı. Ama size vermiş olduklarıyla sizi imtihana çeksin diye öyle yapmamıştır. O halde hayırlarda yarışın. Tümünüzün dönüşü Allah’a dır. O size, tartışmış olduğunuz şeyin esasını bildirecektir.
(Kur’an) 7-7 Onlara bir ilmin tanıklığında bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz olup bitenlerden habersiz değildik.
Aslında bu ayetlerde iman sahipleri için, imanın bir parçası olarak inanılması gereken şeylerden bahsediliyor. Belki de biyolojik bedenimizin sebep olduğu sınırlamalar yüzünden farkında olamadığımız pek çok şey bizim için henüz bir bilinmeyen olabilir. Fakat Kur’an bütün bu sırların zamanı geldiğinde açıklanacağını müjdeliyor. Belki gerçek iman sahiplerinin yapacağı ise karşılaşılan her olayı bütünlük içinde görebilmeye çalışmaktır. Beşerin hafızası çok kısa sürelidir. Ancak çok kısa bir süre için kendisine yarar veya zarar sağlama açısından olaylar hakkında karar verir. Halbuki uzun dönemde gelişmeler, bizim kısa dönemlerdeki hükümlerimizin çok dışında sonuçlar verebilir. O yüzden yaşadığımız şartlar ne olursa olsun gene Kur’an’ın önerisine uyup sabırlı davranmak ve hep iyi düşünüp iyi şeyler yapmaya çalışmak hedefimiz olmalıdır. Bireysel iradenin ve bireysel niyetin gücünü unutmamalıyız. Niyet safsa cevap verileceğini bakın Yeni Ahit nasıl belirtiyor:
(Matta) 7-7 İsteyin alacaksınız; arayın bulacaksınız; kapıyı vurursanız kapı size açılacaktır.
(Matta) 7-9 Sizler hepiniz babasınız. Hanginiz, çocuğunuz ekmek istediğinde kendisine taş verir?
Hiçbir zaman, hiçbir konuda ümidimizi kaybetmemeniz gerektiğini gene Kur’an’dan, Yakub’un çocuklarına önerisinde görüyoruz. Yakub çocuklarına şunu öneriyor:
(Kur’an) 12-87 ...Allah’ın rahmetinden de ümit kesmeyin çünkü, Allah’ın rahmetinden küfre sapanlar topluluğundan başkası ümit kesmez.
Yakub’un çocuklarına önerisini bizler de Kur’an’ın bize önerisi olarak düşünmeliyiz. Kur’an pek çok kişinin sonuçta gene imana ulaşacağını da müjdeliyor:
(Kur’an) 12-106 Onların çoğu şirke bulaşmış olmadan Allah’a iman etmez.
Her ne kadar gönlümüz, hedefe varan en kısa yoldan her bireyin geçmesini istiyorsa da, her bireyin dünyada yapacaklarının da farklı olduğunu kabul edersek, uzun ve zor yoldan geçip sonuçta Allah’a iman edip gerçeklere ulaşabilecek olanları da gönülden kutlamak lazım, çünkü onlar zor olanı başaranlardır. Bu konuyla ilgisi olduğunu düşünebileceğimiz ve Kur’an’da misak kelimesi ile anlatılan bir olay var. Kur’an’da Allah’ın peygamberlerin hepsinden misak aldığını yani söz aldığını açıkça gösteren ayetler var (3-81) (33-7). Ancak aynı Kur’an, bireylerden alınan misaktan da bahsediyor:
(Kur’an) 2-27 O fasıklar ki Allah’a verdikleri ahdi, onunla anlaşıp bağlandıktan sonra bozar, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi keser ve yeryüzünde bozgun çıkarırlar...
(Kur’an) 5-12 Yemin olsun ki, Allah İsrailoğullarının misakını almıştı da içlerinden oniki temsilci/başkan göndermiştik...
(Kur’an) 5-14 Biz Hıristiyanlarız diyenlerden de misaklarını almıştık. Onlar da öğütlenmek üzere çağırıldıkları şeyden nasiplenmeyi unuttular...
Acaba bu ayetlerde adı geçenler kimlerdir? Ben,sen,o, hepimiz. Demek ki her birimizin yaptığı bir sözleşme var, önemli olan herhalde bu sözleşmeyi HATIRLAYABİLMEK ve gereğini yapmaktır. Ancak bireyin dünya hayatında sergiledikleri ile ilgili olarak belki şu Kur’an ayetini hatırlasak yararı olur.
(Kur’an) 57-22 Yeryüzünde ve kendi benliklerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir Kitap’ta belirlenmiş olmasın. Bu, Allah için çok kolaydır.
İşte bütün bu verilen ayetleri de bütünlük şuuru içinde ele almalıyız ki sanıyorum böyle bir yaklaşım gerçek imanın tezahürü olabilir. O zaman da her bireye ve herkese sabırla ve sevgiyle yaklaşmamız gerekir. Hatta dünya hayatında bozgun çıkaranlara bile. Bizim bozgun çıkaranlara sevgi ile yaklaşmamız o kişilerin ilgili dönemin kanunları ile yargılanmasını da önlememelidir
Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde, dünyamızda görülen farklılıkların aslında geçici olduğu
anlaşılıyor. Gene Kur’an’a başvurursak şunu görüyoruz:
(Kur’an) 10-19 İnsanlar bir tek ümmetten başka değilken ihtilafa düştüler.
(Kur’an) 2-213 İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi.
(Kur’an) 10-47 Her ümmet için bir resul öngörülmüştür...
Bu ayetler, insanların çok önceden bütünlük içinde olduklarını, ancak sonradan aralarındaki ihtilaf yüzünden ayrılığa düştüklerini ve fakat farklı toplumlara (ümmetler) Tanrı elçileri gönderilerek müjdenin ulaştırıldığını belirtiyor. Acaba gönderilen müjde ne olabilirdi? İnsanların tekrar bir ümmet haline gelecekleri, yani bütünlüğü kavrayacakları müjdesi olmasın? Konuya devam edersek, Kur’an kendi kelimeleri ile ümmetler hakkında ise şu tespiti yapıyor:
(Kur’an) 7-34 Her ümmet için belirlenmiş bir süre vardır...
(Kur’an) 13-38 ...Her süre için bir yazı vardır.
Bu çalışmanın konusu Musa, İsa ve Muhammed’in öğretilerini incelemek ve her üçünün verdiği mesajın özündeki tekliği vurgulamaktır. Yukarıda verilen ayetlere baktığımızda İsa’nın gelişi ile Musa ümmetinin sonu mu gelmiştir? Veya Muhammed’in tebliği ile Eski Ahit ve Yeni Ahit öğretileri sona mı ermiştir? Böyle bir düşünceyi kabul etmek başka bazı Kur’an ayetlerine ters düşmektir:
(Kur’an) 5-43 İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken nasıl oluyor da senin hakemliğine başvuruyorlar?
(Kur’an) 5-47 İncil bağlıları Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsinler...
Kur’an din öğretisinin sürekliliğini kabul ediyor ve onaylıyor. O halde ümmetlerin ömrü ile ne kastedildiğini ilerde belki daha iyi
anlarız. Her şeye rağmen ümmetler konusunda da Kur’an birleştirici müjdesini veriyor:
(Kur’an) 43-33 İnsanlar bir tek ümmet haline gelmeyecek olsalardı...
Bu ayette verilen bilgi Kur’an’ın insanlığa bir müjdesidir. Günümüze kadar insanların sadece beşeri duygularla hareketleri sonucunda parçaladıklarının, Allah’ın izni ve yardımı ile tekrar birleştirileceğini öğrenmek ne büyük mutluluk. Aslında bu konuda Yeni Ahit’te de benzer haberler görülür. İsa, Kudüs’teki Tapınak’ta öğrencilerine ders verirken bakın ne diyor:
(Markos İncili) 11-17 Eski sayfalarda yazıldığına göre Tanrı şöyle demiştir:”Benim mabedim bütün milletlerin bireyleri için bir dua evi olacaktır.”
Eski sayfalar İsrailoğulları’na verilmişti. Ancak mabedin sadece Tevrat bağımlılarına ait değil bütün dünya insanlık ailesinin dua yeri olacağının belirtilmesi toplumlar arası farklılıkların yok edilip bütünleşmenin sağlanacağının öngörüsü değil midir? Ancak bireylerin de kendi üzerlerine düşen birleştirme görevini yapmaları gerekir. Bunun için özel bir misyon yüklenmeye de gerek yok. Sadece bütün yaratılmışlara sevgi ve şefkatle yaklaşmak ve her iş ve oluşu ise bütünlük içinde görmeye çalışmak yeterli olacaktır. İnsanlık ailesinin, aynen yaratılışta olduğu gibi tekrar bir tek toplum olması; beşer yapısı farklılıkların bir kenara itilip, tekliğe ulaşılmasıdır.İnsanlık ailesinin bireyleri arasında farklılıklar kalmadığında, yerkürenin bütün kaynakları sadece insanların mutluluğu için; daha iyi bir çevre ve daha sağlıklı bir toplum oluşturulmasına harcanacaktır. Toplumlar arası farklılıklar kalmayınca savaş nedenleri yok olacaktır. Savaş nedenleri yok olunca, savaş makinesine harcanan kaynaklar sadece insanların mutluluğu için harcanabilecektir. Acaba böyle bir oluşum, Eski Ahit’te bahsedilen Yeni Yaratılış’ın gerçekleşmesi olmasın?
(Eski Ahit, Yeşaya’nın Kitabı) 65-17,18 Tanrı diyor ki: Yeni bir dünya ve yeni cennetler yapıyorum. Geçmişin olayları tamamen unutulacaktır.Yarattıklarımdan memnun olun ve sonsuza kadar neşelenin.Yapacağım Yeni Kudüs neşe ile dolu olacak ve insanları ise mutlu olacaktır.
Bu ayetlerde bahsedilen Yeni Kudüs herhalde dünya ve insanlık için sembolik bir yaklaşımdır. Bunun altı çizilmelidir. Yaratılandan ayrımcılık yapmamasını isteyen Yaratıcı gücün kendisinin ayrımcılık yapacağını hiç zannetmiyorum. Yeni Kudüs sembolü ile anlatılan dönemde yaşayacakların gerçekten şanslı olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü Yeşaya’nın Kitabında aynı bölümdeki diğer ayetlere bakarsak konu biraz daha açıklığa kavuşuyor:
(Eski Ahit, Yeşaya’nın Kitabı)65-20,24,25 Orada birkaç gün yaşayıp ölen bebekler olmayacak, yaşını başını almadan kimse ölümü tatmayacak. Yüz yaşında ölen genç, yüz yaşına basmayan kişi lanetli sayılacak.
İnsanların bana duaları bitmeden kendilerine cevap vereceğim.
Kurtla kuzu birlikte yiyecek...
Kurtla kuzunun birlikte yaşayabileceği dünyanın oluşması için hep birlikte gayret etmeliyiz. En güzel gayret ise arınmış bir kalple Yaratan’dan böyle bir dünya istemektir.
Yüz Kâbe’den yeğrektir bir gönül ziyareti
Yunus Emre
İBADET
İbadet kelimesinin İngiliz dilinde karşılığı worship olarak kullanılır. Worship teriminin Türkçe karşılığı ise tapma şeklinde geçer. Ancak Öztürk bu kelimeyi kabul etmez. İbadeti, Yaratanla yaratılan arasındaki karşılıklı aşk ve sevgi ilişkisi olarak görür. Ve yaratılanın Yaratan karşısında kendi benliğinin inkarına varacak şekilde Yaratan’ın galebesine gittiğini iddia ederek tapınma terimini reddeder. İbadet’in özünü, yaratılan tarafından Allah’ın, Allah’lığını bütün benliğini kuşatacak şekilde duyması olarak ifade eder. Kur’an’dan bu ilişkiye ışık tutacağını sandığım bir ayeti hatırlayalım:
(Kur’an) 58-22 Allah’a ve ahiret gününe inanan bir topluluğun, Allah’a ve resulüne karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurduğunu göremezsin. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun, Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir....Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Allah’ın hizbi işte bunlardır...
Yaratanla, yaratılanın karşılıklı hoşnutluğu ile sonuçlanan bir ilişkiden bahsediyor bu ayet ki Kur’an’ın ve hatta İlahi mesajın hedefi bireyin özgürleştirilmesi ise zaten yaratan ve yaratılan ilişkisinin özünde sevgi olması gerekir. İbadette, tehdit ve zorlama Kur’an’ın özüne terstir.
O halde ibadet terimine kendi idrakimize göre, yaratanla yaratılan arasındaki hoşnutluğu sağlayabilme ihtimali olan ve yaratılan tarafından gerçekleştirilen her türlü fiziksel ve ruhsal aktivitedir diye sınırlı bir tanımlama da getirebiliriz. Görüldüğü gibi ibadet aktivitesinin mutlak surette yaratılanı Kur’an’da vaat edilen ve bireyin arzu ettiği hedefe ulaştırma gibi bir garantiden söz edilemez. Yaratılanın böyle bir beklenti içinde olması, meseleyi basit bir alışverişe dönüştürür. İşin özünde ise böyle bir şey yoktur. Böyle bir davranış beşeri zaafların en aşağı seviyede sergilendiği bir görünüşe bürünür. Demek ki hedefi şaşırmamak lazım. Aksi halde birey farkında olmadan kaş yapayım derken göz çıkardığından haberi bile olmaz. İbadetin, mutlak surette bir karşılıkla ödüllendirileceği konusunda kesinlik olmadığından yukarıda bahsedilmişti. Bu konu sadece bireyler için değil; hatta son peygamber, o seçilmiş yüce varlık için bile geçerlidir. Kur’an’da ilgili ayeti hatırlayalım:
(Kur’an) 17-79 Sana özgü bir ibadet olarak, gecenin bir kısmında o Kur’an’la meşgul olmak üzere uykudan uyan. Böylece Rabbi’nin seni övülmüş bir makama/Makam-ı Mahmud’a ulaştırması umulur.
Kur’an’ı insanlığa tebiğ ile görevli o Tanrı elçisinin, ki mesajı alan kendisi olduğu halde Kur’an’la meşgul olursa ruhsal tekâmülü ile Makam-ı Mahmud’a ulaşabileceği belirtiliyor. Burada da görüldüğü gibi kesinlik yoktur. Herhalde ibadetin en güzel şeklini son peygamberin gerçekleştirebileceğinden kimsenin şüphesi olmaması gerekir. Buna rağmen ortada sadece bir umut vardır. Bu ayetin bizlere de öğrettiği başka bir gerçeği burada vurgulamak lazım. Son peygamberin Kur’an’la geceleri meşgul olması ile kendisine müjdesi verilen ruhsal tekâmülü sağlayabilmesinin üzerinde iyice düşünmeliyiz. O peygamber ki hem Kur’an’ı tebliğ etti ve hem de sözleri ve yaşam tarzı ile Kur’an’ın açıklamasını yaptığı biliniyor. Bütün bunlara rağmen son peygamberin gecenin sessiz bir vaktinde Kur’an’la meşgul olmasının manası ne idi? Arzu edilen, Kur’an’ın sık sık vurguladığı gibi Kur’an ayetlerinin okunup düşünülmesi midir? Bunun cevabını da gene Kur’an’da buluyoruz:
(Kur’an) 73-1,2,4 Ey örtüsüne bürünen!...
Geceleyin kalk...
....ve Kur’an’ı ağır ağır ve düşüne düşüne oku.
Kur’an’ı tebliğ eden seçilmiş varlığın bile Kur’an’ı yavaş yavaş okuyup düşünmesi isteniyorsa bizim de aynı yolu takip etmemiz gerekmez mi? Peki son dönemlere kadar bize ne yapmamız söylendi. Gözümüzü kapayıp Arap dilinde dua etmemiz. O zaman düşünme fiili gerçekleşebilir mi? Kur’an’ı okuyup düşünemeyen kişi Kur’an’daki mesajı anlayabilirmi? Yoksa mesaj olarak aldığını sandığı şey ilgililerin kendisine yönelttiği korkutucu direktifler midir? Korkan kişi Allah’ı ve dinini nasıl sevecek? Sevgisi dilinde midir ? Yoksa kalbine inmiş midir? Bu engelleme de suçlular kimlerdir? İlahi mesajda verilen gerçekleri örtenler değil mi?
Din öğretisi insan içindir ve indirilen kitaplar vasıtasıyla ulaştırılan bilgi ile biyolojik beden içine girmiş olanlara ruhsal hayatla ilgili hedefler gösterilir. Birey tarafından benimsenen hedeflerin bireyin idrakine bağlı olduğunu sanmaktayız. Her birey kendi hedefini belirleyebilir. Hedef kimisine göre cennettir:
(Kur’an) 19-61 Rahman’ın kullarına gaybda vaat ettiği Adn cennetlerine girecekler.
(Kur’an) 55-40,62 Rabbinizin makamından korkan kimseye iki cennet var
İkisinden başka iki cennet daha var.
Bunlar ve benzeri çeşitli ayetler inanmışlara cennetler vaat ederken, bazı ayetler ise çok daha farklı şeyler vaat eder:
(Kur’an) 9-72 Allah, mümin erkeklerle mümin kadınlara altından ırmaklar akan cennetler vaat etmiştir. Sürekli kalacaklardır orada. Adn cennetlerinde de tertemiz barınaklar vaat etmiştir. Allah’ın bir hoşnutluğu ise hepsinden büyüktür...
Soru şudur: Birey cennet mi arzu eder? Yoksa Allah’ın bir hoşnutluğunu mu? Bunun cevabını herhalde bireyin kendisi verebilir. Bir tarafta her türlü imkanları ile cennet var, öbür tarafta ise Allah’ın sadece bir hoşnutluğu. Bireyin biyolojik bedeninin esaretinden kurtulma seviyesine göre sorunun cevabını verip talebini ona göre yapabileceğini düşünebiliriz. Aynı düşünce ekseni üzerinde devam ederek Kur’an’a bakalım:
(Kur’an) 50-31,35 Ve cennet, takva sahiplerine yaklaştırılmıştır; hiç uzak değildir.
Orada onlar için her şey var. Katımızda ise dahası da var.
(Kur’an) 3-14 ...Allah’a gelince varılacak yerin en güzeli onun yanındadır.
Bu ayetlerde ise seçimi ve gerekli talebi yapacak olan gene insanın kendisi olduğunu anlayabiliyoruz. Birey kendisine somut olarak ve beşeri ihtiyaçlarına göre vaat edilen cenneti mi yoksa soyut olan Tanrı’nın katını mı tercih edecektir? Bilemeyiz. Yukarıda incelenen ayetlerde ilginç başka bir konu ise son peygamberle ilgili olan ve son peygambere gösterilen hedefle ilgilidir. Son peygambere, dikkat edilirse, Kur’an’ın gösterdiği hedef cennetler değildir. Makam-ı Mahmud’dur. Cennetler ise inanmış diğer bireylere hedef olarak gösterilmektedir. Son peygambere gösterilen hedef olan Makam-ı Mahmud’un, cennetlerden çok daha yüce bir makam olduğunu düşünebiliriz. İşin ilginç yanı böyle bir makam’a son peygamberin ulaşabilmesi için gecenin bir vaktinde Kur’an’la meşgul olması öneriliyor. Gerçekten de üzerinde ciddi olarak düşünülmesi ve ders alınması gereken bir durum.
Yukarıda bireyin nasıl bir seçim yapabileceğinden bahsedilmişti. Sanırım bu tercih aslında kişinin iman derecesi ile ilgili olsa gerek.
Yukarıda verilen ayetler hep biyolojik bedenin ölümünden sonra ki ödüllerden bahsederken bu ödüllerin garanti altında olmadığı da zaten belirtilmişti. İnanmış bireylerin ibadetlerini bir hedefe yönelik olarak ve bir ödül talep etmeksizin yapmaları sanırım ibadet konusunun özünü oluşturur. Bu yaklaşım İsa’nın öğretisinde açıkça farkedilir:
(Luka İncili) 17-10 Yapmanız gerekenlerin hepsini yaptığınızda şunu söyleyin: Bizler sıradan kullarız; biz sadece görevimizi yerine getiriyoruz.
Sanıyorum önemli olan inanmış bireyin, hayatının belki bir döneminde otomatik olarak yerine getirdiği görevleri belki de daha sonraları bilinçli olarak yerine getirmesi arzu edilir. Aksi halde mesele kurallar dizisinin uygulanmasının dışına çıkmaz. Ancak Adem’in çocukları robot değildir. Düşünebilir. Zaten Kur’an’da bizim düşünmemizi kuvvetle öneriyor ki böylece belki de bazı gerçeklere gözümüzü açabiliriz ve bunun sonucunda ise sanıyorum imanımız gelişir. İmanımızın gelişmesi ise inanmışların kulluk görevini hissederek yerine getirmelerine sebep olur. Bu zincirin sonucunda ise bireyin ruhsal tekâmülünü sağlaması umulur ve ancak böyle bilinçli varlıkların Allah’ın yardımcıları olabileceğini bekleyebiliriz. Vaat edilen ödüllere gelince onlar zaten bizim değil mi?
Kur’an bir taraftan inanmışlara biyolojik ölüm sonrası alemdeki müjdelerden ve ödüllerin farklılığından bahsederken, diğer taraftan inanmışların imanlarının da farklılığının altını çizer:
(Kur’an) 48-4 O,odur ki, müminlerin gönüllerine, imanları beraberinde iman geliştirsinler diye, mutluluk ve huzur indirdi...
(Kur’an) 30-60 ...İmanı kemale ermemişler seni hafifliğe sevk etmesinler / seni küçümseyemeyeceklerdir.
Olabilir ki bireyin imanının artması, bireyin, yeni gerçeklere gözünü açmasına ve böylece ruhsal olarak tekamül etmesine ve sonucunda bireyin yaşamını etkileyerek hedefe giden yolda ilerleyebilmesine ve dolayısıyla ödülünün de farklı olmasını sağlayabilir. İman derecelerinin varlığı ve bunun bireyin yaşamına etkisinin ne olabileceği tabiatıyla İlahi mesajın kaynağı tarafından bilinecektir. Bunu da şu Kur’an ayetinde görebiliyoruz:
(Kur’an) 64-16 O halde gücünüz ölçüsünde Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin. Ve benlikleriniz için bir hayır olarak infakta bulunun. Nefsinin cimrilik ve doymazlığından korunanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Ayetin ilk cümlesinde inanmışlara Allah’tan güçleri ölçüsünde korkmaları öneriliyor. Toplumda kasları en güçlü olan kişiler mi kastediliyor? Sanmıyorum. Kastedilen olsa olsa ruhsal güçtür. Ruhsal gücün miktarının ise imanla ilgili olduğunu düşünebiliriz. Aksi halde Eski Ahit’te verilen ve Kur’an’da da teyit edilen müjde gerçekleşmeyecektir:
(Kur’an) 21-105 Andolsun, Zikir’ den sonra Zebur’da şunu yazmıştık: Yeryüzüne barışsever kullarım varis olacaktır.
İmanı güçlü olanın, imanı ölçüsünde gerçekleri anlayıp hem kendisi, hem de çevresi ile barış içinde olmasının bir sebep-sonuç ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak böyle bir kişinin barışçıl davranması, hiçbir zaman zayıflık olarak da algılanmamalıdır. İnanmışların niçin ibadet ettiklerini sorarsak, cevabını Kur’an çok kısa yoldan verir:
(Kur’an) 51-56 Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım.
Yaratılışımızın hedefi, o halde, Yüce Yaratan’a ibadet etmektir, Yaratan’a kulluk yapabilmektir. Kur’an Allah’a kulluk yapmanın ne olabileceğinin işaretlerini de vermektedir:
(Kur’an) 3-17 Kullar ki sabredenlerdir, özü-sözü doğru olanlardır, hak huzurunda duranlardır, nimet ve imkanlardan başkalarını yararlandıranlardır, seherlerde bağışlanmak için yakaranlardır.
(Kur’an) 4-36 Allah’a kulluk edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetim ve öksüzlere, yakın komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, size bağımlı olanlara iyi ve güzel davranın. Allah kasılıp böbürlenen şımarıkları sevmez.
(Kur’an) 25-63,64,67,68 Rahman’ın kulları, yeryüzünde böbürlenmeden/rahatsız etmeden yürüyen kişilerdir...
Geceleri, Rableri huzurunda secde ederek, ayakta durarak geçirirler.
Onlar harcadıkları zaman ne savurganlığa saparlar, ne de cimrilik ederler...
Onlar Allah’ın yanında bir başka ilaha yakarmazlar/davet etmezler. Allah’ın saygıya layık kıldığı canı haksız yere almazlar. Zina etmezler.Bunları yapan cezaya çarpılır.
Verilen ayetlerden anlayabildiğimiz kadarı ile, Allah’ın kullarının, Allah’a kulluk etmelerinin ölçüsü esas olarak bireylerin toplum içindeki yaşam şeklidir. Öyle bir yaşam tarzı ki, böyle bir yaşam günümüzde medeni toplumların medeni bireylerinin yaşamını andırmaktadır. Medeniyetten kastedilen teknolojik gelişme değildir. Yukarıdaki Kur’an ayetlerinde tarif edilen birey davranışları, insanı esas alan bir yaşamı özetler. Burada insan ne başka insanlar için ne de toplum için istismar edilecek bir vasıta değildir. Esas olan insanın kendisidir, insanın mutluluğudur. Dikkat edilirse bu ayetlerde yardıma ihtiyacı olabilecek bireylerin inancına yönelik hiçbir işaret yoktur. Yardım edilecek olan, insandır. Ayetlerde hiçbir ayırım söz konusu değildir. Dil, inanç, renk ve millet ayırımı yoktur. Mesajın kaynağının yüceliği, zaten ayrımcılığa izin vermez. Görüldüğü kadarı ile, yedinci asırda Muhammed vasıtası ile yapılan Kur’an tebliği, çok ileri bir toplumu, dünyaya model olabilecek ve belki geleceğin dünyasında oluşturulabilecek bir toplumu hedef olarak göstermektedir.
Yukarıda verilen ayetlerde Allah’ın kullarının yaşam biçimi özetlenmektedir. Burada; kendilerine biz Allah’ın seçilmiş kullarıyız diyenlerin (Yahudiler), veya biz kurtuluşa erenleriz çünkü biz Hıristiyanlarız diyenlerin, ve biz Müslümanlarız biz cennete gireceğiz diyenlerin, kendilerine şu soruyu sormaları gerekir. Ben bu ayetlerde belirtilenlerin ne kadarını yerine getiriyorum? Herhalde tatmin edici cevap alabileceklerin sayısı bütün bu toplumlarda fevkalade az olacaktır. Diğer yönden gene verilen ayetlerde Yaratana yönelik yakarışla ilgili eylem çok az yer tutarken çoğunluk hep insanı, bireyin kendi dışındaki varlıklara yönelik davranışını, ibadetin, kulluk eyleminin merkezine koymaktadır. Bütün bu söylenenleri bakın derviş Yunus nasıl da özetlemiş:
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil.
İbadet etme veya kulluk etmenin yaratılışla ilgisi ilahi mesajın kaynağı bakımından ilgili Kur’an ayetinde verilmişti. Ancak inanmışların ibadetlerinin amacının belki cennet kavramı ile açıklanan ve ölüm sonrası hoşnutluğu sağlama ve cezalandırılmamaya yönelik olduğunu biliyoruz. Bunun bir başka ifadesi ise Kurtuluş olarak da ifade ediliyor. Görünüşe göre Eski Ahit takipçileri kendilerinin, Yeni Ahit bağımlıları kendilerinin ve sadece kendilerinin müslüman olduğunu iddia eden ve Kur’an’a uyduklarını söyleyenler de kendilerinin kurtuluşa ereceğine inanırlar. Ancak Kur’an bu konuda da kesin olarak bu belirsizliğe çözüm getiriyor:
(Kur’an) 26-89 Yalnız temiz bir kalple Allah’a varan kurtulur.
İbadet konusunun sadece yeryüzünde yaşayan insan topluluğu için olmadığını yaratılışın gerekçesinde açıklayan ve biraz önce verilen Kur’an ayetinde (51-56) görmüştük. Diğer bazı Kur’an ayetleri ise ibadet olayının üç boyutlu madde evrenimizin dışında da devam ettiğini belirtir:
(Kur’an) 21-19 Göklerde ve yerde kim varsa O’na aittir. Ve onun katındakiler, O’na ibadet etmekten ne çekinirler ne de yorulurlar.
(Kur’an) 7-206 Rabbinin katında olanlar, büyüklük taslayıp O’na kulluktan yüz çevirmezler; O’nu tespih ederler ve yalnız O’na secde ederler.
Tanrı katı, dünyada yaşayan insanlara sürekli olarak pek çok Kur’an ayetinde(50-35)(3-19) gibi hedef olarak gösterilmiştir. Hatta bu hedef, pek çok inanmışın ulaşmaya çalıştığı cennet veya cennetler hedefinden de daha yüksek ve ulaşmaya değer bir hedef olarak gösteriliyor. Bu hedefe inanmışların, mevcut Kur’an ayetlerine göre nasıl ulaşacakları açık değildir. Ancak İsa peygamberle ilgili bir ayet bize ışık tutabilir:
(Kur’an) 3-55 Allah şunu da demişti: “Ey İsa, senin canını alacağım seni kendime yükselteceğim; seni inkar edenlerden uzaklaştırıp arındıracağım...
Anlaşıldığı kadarı ile biyolojik ölüm sonrası, biyolojik bedeni dünya hayatında kullanmış olan ruhsal özümüzün dünya hayatındaki fiillerin bir ödülü olarak Tanrı katına yükseltilmesi beklenebilir. Fakat Tanrı katında Tanrı ile yüz yüze yaşayacağımızı düşünmek olsa olsa beşeri bir düşünce ürünü olabilir. Yukarıda İsa peygamberle ilgili olan ayette “Tanrı’nın İsa’yı arındırması” fiilinin, İsa’nın Tanrı katına yükseltilmesinden sonra mı yoksa daha önce mi olacağı açık değildir. Ancak inanmışların arındırılmasının bu dünya hayatında olduğuna işaret eden ayetler çoktur:
(Kur’an) 24-21 ...Allah’ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içinizden tek kişi bile sonsuza dek temize çıkamazdı. Ama Allah dilediğini arıtıp temizliyor.
(Kur’an) 24-30 Mümin erkeklere söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Bu onlar için daha arındırıcıdır.
Örnek olarak verilen iki ayet dışında diğer bazı Kur’an ayetleri (62-2)(8-1,2,3)(74-1,2,4,5) gibi ayetler ve diğerleri arınmanın bu dünya hayatında olduğunu anlatır. Zaten dünya hayatının planlanması, (ki Kur’an bunu Misak adı altında belirler) biyolojik bedenin içinde iken, görmediğimize inanmamızla başlayan ve dünya hayatında yaratılış hedefine gerekli hizmeti yaparak arınma ve sonrasını gerçekleştirme değil midir?
İbadet etmeyi, daha önce de belirtildiği gibi, Kur’an kulluk etme olarak tanımlıyor ve kulluk etme konusu ise bazı ayetlerde verilmişti (3-17)(4-36). Bu tanımlamalar dünya insanlarına yöneliktir. İbadetin Tanrı katında da devam ettiği ve Tanrı katındakilerin de sadece Tanrı’yı tespih edip yalnız O’na secde ettiklerini de anlıyoruz (7-206). İlahi sistemin işleyişinde görevli oldukları kutsal kitaplardan anlaşılan melekler konusunda ise Kur’an’ın yaklaşımı şöyledir.
(Kur’an) 43-19 Rahman’ın kulları olan melekleri dişiler saydılar. Onların yaratılışına tanık mıydılar?..
Melekler de Tanrı’nın kulları arasında sayılıyor. Adem’in yaratılışı ile ilgili ayeti hatırlayalım.
(Kur’an) 17-61 Hani meleklere: “Adem’e secde edin” demiştik; onlar da secde etmişlerdi. Ama İblis secde etmemiş...
Tanrı, yarattıklarının hepsinin sadece kendisine ibadet etmesini ister. Bu konu kutsal kitaplarda sürekli vurgulanan ana konudur. Yukarıdaki ayette ise, Tanrının yarattığı meleklerin gene bir yaratılmış olan Adem’e secde etmeleri isteniyor. Hemen şu soruyu sormak lazım.. Yukarıdaki ayette (17-61) adı geçen Adem kim olabilir? Kutsal kitaplarda anlatılan pek çok şeyin sembolik olduğu varsayımından hareketle bu konunun üzerinde de ciddi olarak düşünülmesi gerekir. Kim bilir Kur’an’ın insanlığa verdiği bir müjde daha gerçekleşir. Kur’an ne diyordu:
(Kur’an) 7-7 Onlara bir ilmin tanıklığında bütün serüveni mutlaka anlatacağız....
Kur’an yaratana kulluk etme veya ibadet etme ile ilgili ayetlerden olup daha önce verilmiş olan bir ayette (3-17) ibadet edenlerin “seherlerde bağışlanmak için yakaranlar” olduğunu bahseder. Gerçekten Yaratan’a yakarma veya dua, ibadetin ana unsurlarından birisi gibi görünüyor. Yaratan’a yakarmanın Yaratan yönünden önemi aşağıdaki Kur’an ayetinde gösteriliyor:
(Kur’an) 40-60 Rabbiniz buyurmuştur ki: “Dua edin bana, cevap vereyim size. Kibre saparak bana ibadetten uzaklaşanlar aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.”
Bu ayette Yaratan, yaratılan ilişkisinde; Yaratan’ın yaratıcı gücünün olağanüstülüğünü ve yaratılanın zayıflığını kabullenerek istekte bulunduğunda, gerekli şekilde cevap verileceği müjdesini fark ediyoruz.
İsa’nın öğretisinde de benzer müjdeyi görüyoruz:
(Luka İncili) 11-9 Size şunu söylüyorum, isteyin alacaksınız; arayın, bulacaksınız; kapıyı vurun, kapı size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapıyı çalana, kapı açılır.
İnanmış bireyin Yaratan’dan ne istediği konusunda da düşünülmesi gerekir. Konu dünyaya yönelik midir, yoksa inanmış varlığın istediği, Yunus’un “bana seni gerek seni” dediği gibi ruhsal bir ödül mü olmalıdır. Belki de bu sorunun cevabını İsa’nın öğretisinde bulabiliriz.
(Luka İncili) 12-22 İsa, öğrencilerine şöyle dedi: “Bu nedenle size şunu söylüyorum; Ne yiyeceğiz diye canınız için, ya da ne giyeceğiz diye bedeniniz için kaygılanmayın.
(Luka İncili) 12-30 Dünya ulusları hep bu şeylerin peşinden giderler. Tanrı bunlara ihtiyacınız olduğunu bilir.
(Luka İncili) 12-31 O yüzden Tanrı’nın egemenliğinin peşinden gidin. O zaman ihtiyaçlarınız size zaten verilecektir.
İşin ilginç yanı İncil bağımlısı olan Batı dünyasının maddeye verdiği değer ve daha fazla maddi zenginlik elde etmek için dünya çapında yaptıkları fiiller insana ister istemez şu soruyu sorduruyor:
Bu toplumlar hiç İncil okumazlar mı? Yoksa okudular da anlamadılar mı?
Kim bilir her konuda olduğu gibi bu konuda da beşerin dengeli davranması; hem bu yaşam için çalışması hem de gayb için gayret göstermesi gerekir. Hepimizin birbirimiz için vasıta olduğumuzu biliyoruz. Kur’an bazılarına dünya nimetlerinin daha fazla verildiğini de belirtir. İşte burada önümüze gelen mesele paylaşım konusudur. Kur’an’ın bireylerin maddi varlıklarının paylaşımı konusunda bir aritmetik esas getirdiğini de sanmıyorum. Dağıtım bireyin kendi vicdanına kalmıştır. Kanaatimce bu dağıtım ülkemizde olduğu gibi sadece bayramlarda belli miktarlarda verilen rakamlar olmamalıdır. Dağıtımın takvimi yoktur. Paylaşım kanaatimizce her şekilde olabilir. Bireylere dağıtım yapılabildiği gibi, topluma hizmet edecek sosyal tesisler; okul, hastane vs. gibi binaların yapımı ve donanımı veya ihtiyacı olan öğrencilerin eğitimleri için ya bireylere veya bu amaçla kurulmuş düzgün çalışan kurumlara katkı gibi çeşitli fiiller de paylaşım içine girecektir. Çünkü bütün bu fiiller daha mutlu bir toplum oluşmasına yardım eder.
Din öğretisinin bir hedefi de mutlu bir toplum oluşması değil midir? Ayrıca dinin ana hedeflerinden birisi aydınlanmış bireylerden oluşan medeni toplumlar yaratmak değil midir? Mabedler sadece bazı toplu ritüellerin yerine getirildiği yapılar olmamalıdır. Onlar, toplumu her yönden bilgilendirmeye, aydınlatmaya da yönelik görev yapmalıdır. Cami ve mescitlerde Cuma hutbesinin ana hedefi bu değil midir. Geçmişte ibadet yerlerinin amaç dışı kullanıldığını hatırlayalım. Ancak günümüzde bireylerin aydınlanması için okullar vardır ve okullarda yetkili öğretmenler eğitimi vermelidir. Eğitilen bireyler toplumun geleceği olduğundan, her ülkede eğitim en üst düzeyde yapılmalıdır. Eğitimin sadece öğrencilere teknolojik bilgi aktarımı olmadığını, öğrencilerin robot değil insan olmalarını sağlayacak eğitimin verilmesi gerektiğinin altını çizerek belirtmekte yarar görürüm.
Özellikle ülkemizde cami yapımına, toplum çok önemli bir katkı yapmaktadır. Bu katkılar ya bireysel olarak veya dernekler aracılığıyla ve derneklere yapılan bağışlar ile olmaktadır. Camilerin görevi kanaatimizce hem inanmışların toplu ibadet etmelerini sağlamak için hem de toplumu bilgilendirmektir.
Cuma günleri camilerde okunan hutbelerin toplumu bilgilendirmeye yönelik olduğu belirtilmişti. Kur’an’ın tebliğ edildiği dönem ve konum yedinci asırdaki Suudi Arabistan’dır. O günkü iletişimin son derecede zayıf olduğunu söylemeye gerek yoktur. Günümüzde ise toplum zaten basın yayın organları ile sürekli olarak bilgilendirilmektedir. O halde ülkemizdeki gibi çok büyük sayıda cami yapımına gerek var mıdır? Eğer mesele inanmışların namaz kılmaları ise bireysel olarak ta bu ibadet yerine getirilebilir. Sadece Cuma veya bayram namazı kılınması için bu kadar camiye ihtiyaç var mıdır? Cami yapımı için kullanılan kaynaklar topluma hizmet sağlayacak başka konulara yönlendirilirse acaba daha uygun olmaz mı? Tekrar edersek; din öğretisi toplumu aydınlatmak ve bu sayede daha mutlu bir toplum oluşturmak ise, önerdiğimiz yöntem din öğretisinin özüne daha uygun değil midir?
Daha yukarıda verilen ve Allah’ın kullarının fiillerini belirten ayetlerde (3-17)(25-67), üzerinde durulan bir konunun paylaşım olduğunu hatırlayalım. Paylaşım konusu Kur’an’da, Arap dilinde infak kelimesi ile ifade edilir ve pek çok ayette karşımıza çıkar:
(Kur’an) 8-2,3 İnanmış olanlar o kişilerdir ki,...
Namazı dosdoğru kılarlar onlar. Ve kendilerine rızık olarak sunduklarımızdan bol bol dağıtırlar.
(Kur’an) 57-7 Allah’a ve resulüne iman edin; sizi üzerinde buyruk sahibi yaptığı şeylerden başkalarına bol bol verin. İçinizden iman eden ve infakta bulunanlar için büyük bir ödül vardır.
(Kur’an) 16-71 Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır.
Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp ta hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar.
(Kur’an) 3-133,134 ....cennete doğru yarışır gibi koşun. O, takva sahipleri için hazırlanmıştır.
Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler...
Paylaşıma yönelik olan ayetlerden sadece çok az sayıda olanı yukarıda verilmiştir. Dikkatimizi hemen çeken bir ayet ise bazı inanmışların sadece varlıkta değil, darlıkta da infak ettikleridir. Acaba onlar kimlerdir?
Bir paylaşım yolu olarak ihtiyacı olanların doyurulması herhalde arzu edilen bir fiildir ve Kur’an’ın mesajına uygundur. Ancak ülkemizde özellikle Ramazan ayında bazı kurumların düzenlediği ve topluma açık iftar sofraları herhalde doğrudur. Fakat geçmişte zaman zaman basın yayın organlarından öğrendiğimiz şekliyle bazı bireylerin gösterişli iftar sofraları düzenlemeleri acaba doğrumudur? Kur’an’a uygun mudur? Bu soruların cevabı olarak, böyle bir sofraya kimlerin ve niçin çağırılmasının gerektiğini İsa’nın öğretisinde açık bir şekilde görüyoruz:
(Luka İncili) 14-13,14 Bir ziyafet verdiğinizde yoksulu, kötürümü, sakat ve körleri çağırın.
Ve siz kutsanacaksınız, çünkü çağırdıklarınız size karşılık verecek durumda değillerdir.
İbadet teriminin toplumumuzda genel kabul gören bazı başka yönlerine de bakalım. Bunlardan örnek olarak namaz, oruç, hac, kurban gibi bazılarını sayabiliriz. Namaz konusu toplumumuzda en çok kabul gören ibadet yöntemidir. Çünkü namazda kişinin sadece vaktini ayırması yetmektedir. Hac veya kurban kesmede olduğu gibi para harcamayı gerektirmez. Ülkemizde inanmış olanların camide veya mescitte toplu olarak veya ayrı yerlerde veya evinde bireysel olarak gerçekleştirdiği namaz ibadeti her gün beş defa yerine getirilir. Ancak Ateş bu sayının dört olması gerektiğini ifade eder. Eğer öyleyse Kuran’da olmayan bir görev niçin yerine getirilir? Bilinmez. Ayrıca Kur’an namazın mutlak surette topluca kılınmasını da emretmez. Namazın ülkemizdeki gibi resmi bir görevli tarafından yönlendirilmesini de söylemez. Gerçekten ne Kur’an’da hatta ne de İncil’de din adamlarından bahsedilmez; ancak Kur’an ilim verilenlerden söz eder. Kur’an ibadetin/kulluğun Yaratan’la yaratılan arasında olduğunu gösteriyor ve namazda Kur’an’ın ağırlık verdiği bir ibadet şekli olup evde de yerine getirilebilecekken ülkemizde niçin çok sayıda cami olduğu ve camilerin sayısının da her gün niçin artmakta olduğunu anlamak mümkün değildir.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre gönderilen diğer peygamberler de namaz kılıyorlardı. Ancak onların namazının günümüzdeki namaz ile benzerliği nedir? Bilindiğini sanmıyorum. Örnek olarak Kur’an’a göre, Musa’ya verilen emir şöyle idi:
(Kur’an) 20-14 İlah yok benden başka. O halde bana kulluk/ibadet et ve namazını, beni hatırlayıp anmak için yerine getir.
Son peygambere de şu söyleniyor:
(Kur’an) 18-24 ....Unuttuğunda, Rabbini an..
İbrahim’le ilgili olarak ise şunu görüyoruz:
(Kur’an) 14-35,40 Bir zaman İbrahim şöyle demişti:
“Rabbim, beni, namazı özenle yerine getiren bir insan yap. Soyumdan bir kısmını da. Rabbimiz, duamı kabul et.
İsa’nın da namaz kıldığını gene Kur’an’dan anlıyoruz:
(Kur’an) 19-31 “Beni bulunduğum her yerde kutsal ve bereketli kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı, zekatı önerdi”
Görülüyor ki Muhammed’den önce de namaz vardı. Ancak nasıl yerine getirildiğini bilmiyoruz. Geçmiş dönemlerle ilgili olarak, Eski Ahit’te teyidi olmasa da, Kur’an’a göre İbrahim’e verilen emirde; İbrahim zamanında Kabe’nin tavaf edildiğini ve rüku ve secde edenler olduğunu şu ayette gördüğümüzü de belirtelim:
(Kur’an) 2-125 ... İbrahim ve İsmail’e şu sözü ulaştırmıştık: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, ruku-secde edenler için evimi temizleyin.”
Bugün bildiğimiz durumunda namaz; Tanrı huzurunda yerine getirildiği kabul edilir ve kıyam etme , rüku ve secdeyi içerir ve bazı Kur’an sureleri okunur. Özünde Allah’ı anma ve Yaratan’ın tekliğini kabul edip yüce gücü önünde eğilmedir ve birey bunu yaparak kendisinin güçsüzlüğünü kabul eder. Geçmişte diğer peygamberlerin kıldığı namazın şekil olarak bugün Kur’an’ı takip edenlerin kıldıkları namazdan farklı olması ve hatta geçmişteki peygamberlerin dualarının günümüzdeki namaz dualarından farklı olması ihtimali vardır. Ancak bu farklılıkların hiçbir önemi olduğunu sanmıyorum. Unutmayalım, Kur’an namazda hangi duaların okunacağını belirtmez. Gerçekten Kur’an’ın yüceliği ve zaman üstülüğü de zaten burada görülüyor. İnsanı hiçbir zaman sınırlar içine hapsetmeyen o yüce Kur’an çünkü şunu söylüyor:
(Kur’an) 73-20 O halde Kur’an’dan size kolay geleni okuyun.
Namaz sırasında inanmışlar yüzlerini Kıble’ye dönerler. Günümüzde Kıble , Mekke’de İbrahim’in yaptığı ev olan Kabe’dir. Kur’an’dan, Kur’an’ın inişi sırasında Kıble’nin değiştirildiğini anlıyoruz. Başlangıçta Mescid-i Aksa kıble olarak kabul edilmişken daha sonra, Kur’an’a inananların yüzlerini Kabe’ye dönmeleri istenmiş ki bu uygulamaya Kur’an’a inanmayanlardan gelen tepki üzerine Kur’an açıklama getiriyor:
(Kur’an) 2-242 İnsanlar içinden bazı beyinsizler;”Onları yönelmekte oldukları Kıble’den ne çevirdi?” diyecekler. De ki:”Doğu da Allah’ın batı da. O, dilediğini dosdoğru yola kılavuzlar.”
(Kur’an) 2-150 Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü ona doğru çevirin ki, insanların elinde aleyhinize bir delil olmasın.
Kur’an’a inananların yüzlerini Kabe’ye dönmesi belli bir ritüelle ilgili uygulamada birliği sağlar. Yoksa bunun özel bir hedefi olduğunu sanmıyorum. Çünkü Kur’an diyor ki:
(Kur’an) 2-115 Doğu da batı da yalnız Allah’ındır O halde nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır
Kur’an’ın özenle vurguladığı bir yönü ise namazın dosdoğru kılınmasıdır. Kur’an bağımlılarının asırlardır yerine getirdikleri bir ibadet olan namazla ilgili olarak Kur’an niçin dosdoğru namaz tanımlamasını getirmiş? Namazı sadece her gün belli saatlerde yerine getirilen bir görev olarak anlamamamız gerektiği mi belirtiliyor? Yoksa namazın kısımları olan kıyam, rüku ve secdenin bilincinde olarak namaz kılınması gerektiği mi vurgulanıyor? Herhalde öyle olsa gerek. Hatırlayalım; Kur’an inanmışların ayetler üzerinde düşünmesini ister. Ayetler sadece Kur’an’daki ayetler değildir. Kur’an’a göre yaratılışın her parçası ve tamamı ayetlerdir
(Kur’an) 51-20,21 Yeryüzünde ayetler vardır görürcesine bilenler için. Benliklerinizin içinde de, hala görmeyecek misiniz?
(Kur’an) 30-20 Onun ayetlerinden biri de sizi, topraktan yaratmasıdır.
(Kur’an) 30-21 Onun ayetlerinden biri de sizin için, kendilerine ısınasınız ve aranıza sevgi ve rahmet koysun diye nefislerinizden eşler yaratmasıdır. Bunda iyice düşünen bir toplum için elbette ayetler vardır.
(Kur’an) 30-22 Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır.
Ancak ayetler üzerinde düşünerek, müminlerin imanının bilinçli olabileceğini ve sonucunda da imanlarının artacağını, bunun da inanmışların ruhsal tekâmülünü sağlayabileceğini sanıyorum. Kur’an namaz öncesinde müminlerin suyla, el,yüz ve ayaklarını temizlemelerini ve başlarını suyla meshetmelerini ister. Su temizliği sağlar; yani fiziksel temizliği. Arkasından ise bilincine varılarak namazın kılınması gelir. Sanıyorum bunlar gereklidir ve bireyi hedefe yönelten sembolik ve aynı zamanda bir anlamı da olan fiillerdir. Yeri gelmişken, toplumumuzda namaz müminin miracıdır söylemini de hatırlayalım. Kur’an ancak ruhsal yönden arınmışların tanrı katına ulaşabileceğini müjdeler. İşte abdest alma ve namaz da bu çerçevede düşünülürse belki konuyu daha iyi anlayabiliriz Sırası gelmişken Kur’an’ın başka bir engin hoşgörüsünü de burada belirtmek gereklidir:
(Kur’an) 4-43 Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar, ... namaza yaklaşmayın.
Bu hoşgörü önünde saygıyla eğilelim. Ayrıca ayetin içeriğine tekrar dikkat edelim. Ayet namaz sırasında ne söylediğimizi bilmemiz gerektiğini vurgulamış. Bu durumda şu soruyu soralım. Ana dili Arapça olmayanlar namaz surelerini okurken ne söylediklerini biliyorlar mı? Sanıyorum büyük bir çoğunluk için cevap olumsuzdur. Bu durumda kılınan namazların Kur’an’a uygunluğu konusunu düşünmek gerekmez mi? Bu problemin çözümünün güç olmadığını sanıyorum. Gene Kur’an’ın mesajının hoşgörüsüne ve mesajın bireysel özgürlüğe verdiği önceliğe güvenerek şunu söyleyebiliriz. Öncelikle kişiler, üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamalıdır ve kişi serbest bırakılmalı ve kararını kendi özgür iradesi ile vererek, 1- Ya hiç olmazsa Arapça namaz surelerinin manasını kendi dilinde öğrenmelidir veya 2- Namazını kılarken namaz surelerini kendi ana dilinde okumalıdır veya 3- Daha farklı ve kendi vicdanının kabul edebileceği bir çözüm bulabilmelidir.
İbadet uygulamaları içinde gördüğümüz bazı başka konulara da değinilmesinde yarar olduğunu sanıyorum. Kurban kesmeyi ele alalım. Gerek Kur’an’dan ve gerekse Eski Ahit’ten kurban kesme konusunun İbrahim’le başladığını biliyoruz. Tanrı’ya verdiği sözü yerine getirmek için oğlu İshak’ı Tanrı’ya kurban etmek üzere iken, İbrahim’e yoktan bir kurbanlık koç sağlandığını ve o hayvanın kurban edildiği Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde detaylı olarak anlatılır. İsrailoğullarının kurban kesme ritueli Eski Ahit’in Çıkış ve Levililer bölümlerinde detaylı kuralları ile verilir.
İsa’nın öğretisinde kurban konusunda bir yönlendirme görülmemektedir.İyileştirdiği bir hastaya, Musa’nın kanununa göre bir kurban kesmesini İsa’nın öğütlediğini biliyoruz:
(Matta İncili) 8-4 Sonra İsa adama, “Sakın kimseye bir şey söyleme!” dedi. “Git, kahine görün ve cüzamdan temizlendiğini herkese kanıtlamak için Musa’nın kanununa göre kurban kes.”
Yeni Ahit’te bu bahsedilen olay dışında kurbanla ilgili başka bir şeye rastlanmaz. Yeni Ahit’in, Eski Ahit’in tamamlanması olarak düşünüldüğünü de biliyoruz. İsa, Yeni Ahit’teki öğretisinde sürekli olarak Eski Ahit’in öğretisinden yararlanır. Ancak Yeni Ahit’te, İsa’nın kendisinin, kurban kesme ile ilgili bir uygulaması yoktur. İncil bağımlıları esas kurbanın, İsa’nın kendisi olduğunu kabul ederler.İsa’nın çarmıha gerilmesi ile dünyanın günahlardan temizlendiğini ve İncil bağımlılarının günahsız olacaklarına inanırlar. Sanıyorum bu inanış din öğretisinin bireyselliğine ters düşer.
Kurban konusu, Kur’an’da aslında hac ile ilişkilidir. Kabe’yi, hac için ziyaret edenlerin kurban kesmeleri istenmektedir. Hac ve kurban konusunda Kur’an’da verilenleri hatırlayalım:
(Kur’an) 22-27,28,29 İnsanlar için de haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse derin vadilerden gelerek, yorgun binitler üzerinde sana ulaşsınlar.
Kendilerine ait bir takım yararlara tanık olsunlar. Kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belirli günlerde Allah’ın adını ansınlar.İşte, bunlardan yiyin, sıkıntı içindeki fakiri de doyurun.
Sonra, kirlerini atsınlar, adaklarını yerine getirsinler. Beytullah’ı tavaf etsinler.
Bu ayetlerde dikkatimizi çeken konu haccın insanlara ilan edilmesindeki ana amacın, hac için gelenlerin son peygamberi görebilmeleridir. Bugün bizler böyle bir olanaktan yoksunuz. Diğer bir konu, hac için Kabe’ye gidenlerin kurban kesmeleridir. Ülkemizde, her sene hac mevsimi sonunda, hacca gitmeyenlerin de kurban kesmelerinin sebebini anlamak mümkün değildir. Sırası gelmişken, kurban ve kurban kesme konusunda diğer bazı Kur’an ayetlerini hatırlayalım:
(Kur’an) 22-36,37 Biz o büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın kutsallık nişanları arasına koyduk.
Onların ne etleri ne de kanları Allah’a asla ulaşmaz; fakat sizin takvanız O’na ulaşır.
(Kur’an) 5-27 Onlara Adem’in iki oğlunun haberini de gerçek olarak oku.Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmişti, ötekinden kabul edilmemişti. “Seni mutlaka öldüreceğim.” dedi. Öteki:”Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder.” dedi.
Hac ve kurban konusunun ilişkili olduğu yukarıda belirtilmişti. Her iki konu başka bir ayette oruç konusu ile ele alınmaktadır:
(Kur’an) 5-97 Allah Kabe’yi, o saygıya layık evi, o saygıya layık ayı,o boynu bağsız ve bağlı kurbanlıkları insanlar için bir dayanak, bir güven unsuru kıldı...
Kurban konusu ile ilgili olarak verilen Kur’an ayetlerini dikkatlice okumak ve üzerinde derin derin düşünmek gerekmiyor mu? Ayetlerin zaten mesajı içinde ve apaçık. Ancak her bireyin kendi mesajını kendisinin alabileceğini sanıyorum. Kurban kesme konusunda verilen Kur’an ayetlerine bir başkasını da ilgisi dolayısıyla ilave edelim:
(Kur’an) 2-54 Hani Musa, toplumuna demişti ki: “Ey toplumum buzağıyı tanrı edinmenizle öz benliklerinize zulmettiniz. Hadi yaratıcınıza, Bari’nize tövbe edin; egolarınızı öldürün. Böyle yapmanız yaratıcınız katında sizin için daha iyidir.
Sorulması gereken soru şudur. Kurban kesmek mi yoksa bireylerin egolarını öldürmesi mi daha kolaydır? Kurban kesmek hiçbir zahmet gerektirmez. Ancak egonun öldürülmesini düşünelim. Ne kadar zor olduğunu fark edebiliyor muyuz? Namaz kılan bir inanmışın kıyamı, rükuya eğilmesi ve en sonunda secdesi gerçekte hiçliğini kabul etmesi değil midir. Acaba namazımızı bilinçli mi kılıyoruz? Fiziksel aktivite ile yapılan bütün ibadetler sonuçta bireyi ruhsal ibadete mi hazırlamaktadır? Kanaatimizce evet. Ruhsal ibadete başlayan bireyin, diğer insanlara karşı ego ile hareket etmesi mümkün müdür. Ben kuluma şah damarından daha yakınım deniyorsa, yaratılanda Yaratanı görmeye çalışmamız gerekmez mi? Ve ancak böylece Allah’ın dininin dünya insanına indiriliş gerekçesinin hedefe ulaşacağını düşünebiliriz. Bunun için de inanmışların kitaplarını okumaları ve anlayabilmek için de düşünmeleri gerekir. Gerisi ise Allah’ın iznine bağlıdır. Ama öncelikle niyet etmek gerekli. Daha önce belirtildiği gibi, bu izin ise istersek verilecektir.
Kur’an, gerek Tevrat bağımlıları ve gerekse İncil bağımlılarının da namaz, oruç, kurban kesme, ve diğerleri gibi ibadet yöntemleri olduğunu çeşitli ayetlerde belirtir ve daha sonra da konu ise ilgili olarak noktayı koyar:
(Kur’an) 22-67 Her ümmet için biz, bir ibadet şekli/ibadet yeri belirledik; onlar onu izlerler. Artık bu iş konusunda seninle çekişmesinler.
Farklı olduğu sanılan ancak aslında birbirinin devamı olan Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kur’an’da önerilen ibadetlerin bilinçli olarak yerine getirilmesi gereklidir. Aksi halde olay yüzeysel kalmaya mahkumdur. İşin bu tarafına yönelik olarak Kur’an bakın ne diyor:
(Kur’an) 107-4,5,6,7 Vay haline o namaz kılanların ki, Namazlarından gaflet içindedir onlar. Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar. Ve onlar, yardıma, iyiliğe engel olurlar.
Çevremize baktığımızda Kur’an’ın tarif ettiklerine uyan pek çok kişi görmüyor musunuz?
Yeni Ahit’te de aynı konuya değişik bölümlerde yaklaşılır.
(Yeni Ahit,Romalılar) 3-28 Bir kişiyi Tanrı huzurunda aklayan Musa’nın kanunlarına uyması değil sadece imanıdır.
(Yeni Ahit,Romalılar) 6-13 Bedenlerinizin organlarını haksızlığa araç ederek günaha sunmayın. Ölümden dirilenler gibi kendinizi Tanrı’ya adayın, bedenlerinizin organlarını doğruluk araçları olarak Tanrı’ya sunun.
(Matta İncili) 12-6,7 Size şunu söylüyorum, burada tapınaktan daha üstünü var.
Kutsal metinler diyor ki: “Ben sizin kurbanlarınızı değil insanlara merhametli olmanızı isterim.”
Sanırım yukarıdaki ayete ek olarak, ibadetin manasının anlaşılması ve o yönde gayret gösterilmesi için İsa bakın ne diyor:
(Yuhanna İncili) 4-23 Kutsal Ruh’un gücü yardımıyla insanların, Tanrı’nın gerçeğine uygun olan ve Tanrı’nın istediği şekilde gerçek ibadeti sunacağı zaman gelmiştir.
İsa’nın söylediği gerçek ibadet acaba nedir? Asırlardır insanların ibadet olarak yaptıkları fiiller o halde ne olabilir? Gene İncil’de Elçilerin İşlevi Bölümü’nde bakın ne deniyor:
(Yeni Ahit, Elçilerin İşleri) 17-24,25 Her şeyi yaratan Tanrı, yerin ve cennetin sahibidir fakat insan yapısı mabedlerde barınmaz. Tanrı’nın bizim sunabileceğimiz hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Çünkü herkese hayat veren ihtiyacı olan her şeyi sağlayan zaten Tanrı’nın kendisidir.
Acaba bizim Yaratan’a sunabileceğimiz şey arınmış bir kalp olmasın?
İncil’de ve hatta Kur’an’da da değinilen bir husus çok eskilerde İsrailoğulları’nın biz Yahudi’yiz deyip övünmeleri ve kendilerinin kurtuluşa eriştiklerini ifade etmeleri olduğu anlaşılıyor ki, buna Yeni Ahit bakın nasıl cevap veriyor:
(Yeni Ahit, Romalılar) 2-28,29 Gerçek Yahudi kimdir, sünnet olan mı? Dış Yapısında Yahudi olan ve sünneti fiziksel olan değil.
Gerçek Yahudi, içinde Yahudi olandır. Çünkü onun kalbi sünnet olmuştur ve bu ise Kutsal Ruh’un yardımıyladır. Yoksa yazılı kutsal kanunla değil. Böyle bir insan övgüyü diğer insanlardan değil, Tanrı’dan alır.
Verilen bu ayetler üzerinde, Kur’an’ın önerisine uyarak derin derin düşünmemiz gerekiyor. Umarım her birimiz Yaratan’ın istediği gerçek ibadetimizi sunabiliriz. Gerek Yeni ahit ve gerekse Kur’an’da, beşerin ibadetine yönelik olarak ifade edilen rahatsızlıklar Eski Ahit’te de görülür:
(Eski Ahit, Yeşaya) 29-13 Tanrı dedi ki: Bu insanlar bana ibadet ettiklerini belirtirler, fakat onların sözleri boştur ve kalpleri başka yerdedir. Onların din olarak bildikleri şey ezberlemiş oldukları bazı toplumsal kurallar ve toplumsal örf ve adetlerden başka bir şey değildir.
(Eski Ahit,Yeşaya) 58-6,7 Benim istediğim oruç şudur:Esaret zincirlerini ve adaletsizliğin boyunduruğunu kaldırın, zulüm altındakileri serbest bırakın.
Yiyeceğinizi fakirle paylaşın, evinizi evsiz fakire açın, çıplak olanı giydirin, akrabalarınıza yardımı reddetmeyin.
(Eski Ahit,Yeremya) 9-25,26 Tanrı diyor ki: Mısır, İsrail ve çevre ülkeler ile çölde yaşayanları cezalandıracağım an yaklaşıyor. Bu insanlar saçlarını kısa keserler, hepsi de sünnetlidir fakat onunla simgeleşen ahit’e uymadılar. Gerek onlar ve gerekse İsrail’deki hiç kimse ahit’lerine sadık kalmadılar.
(Eski Ahit,Hoşeya) 8-11 İsrail oğullarının günahlarından arınmak için yaptıkları daha fazla sayıdaki mihraplar sadece daha fazla günah işleyecekleri yerlerdir.
Anlaşılan o ki; beşer son üç bin senedir gene aynıdır. Hala elmanın dışını süslemekte ama bir türlü içine girmemektedir. Din öğretisinde esas, beşerin insan olduğunu hatırlamasıdır. O halde birey kendisine asırlardır ısrarla sunulan ve bunun için uğrunda Tanrı elçilerinin can verdiği İlahi Mesajı, yani Allah’ın dinini, hiçbir aracıya gerek görmeden kendisi okumalı, düşünmeli ve kendi yolunu bulmaya çalışmalıdır. Allah’ın ilmi, hiç kimsenin tekelinde olamaz. O kaynağa ancak Allah’ın kılavuzluğunda ulaşabiliriz ki bunun için de saf niyet ve emek gereklidir.
Cennet cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri
isteyene ver onları bana seni gerek seni
Yunus Emre
HEDEF
Daha önce kısaca bahsedilmiş olan, beşerin hedefi konusunda ilgisi bakımından bazı Kur’an ayetlerini hatırlayalım:
(Kur’an) 11-6 “Yerde hiçbir debelenen yoktur ki, rızkı Allah’ın üzerinde olmasın. O, onun karar kıldığı noktayı da bilir, emanet edildiği yeri de, Her şey apaçık bir kitaptadır.”
(Kur’an) 6-98 Sizi bir tek canlıdan vücuda getiren O’dur. Bu oluşumda bir karar kılma yeri var, bir emanet olarak kalma yeri.
Her iki ayette beşer için herhalde dünya ve dünya hayatını, geçici kalınan bir konum olarak anlatırken, karar kılınan yani sürekli kalınacak başka bir konumun varlığı anlatılıyor. Bu konuda Aşık Veysel’den bir alıntı yapalım:
“İki kapılı bir handayım. Gidiyorum gündüz gece”
Veysel yukarıda verilen ayetleri ne kadar güzel açıklamış. Dünyayı ve beşerin dünya hayatını iki kapılı bir hana benzetiyor. Kapılar biyolojik doğum ve ölüm olurken, hanın, yani dünyanın sahibinin de biz olmadığımızı da vurgulamış oluyor. Karar kılınan konumun ne olduğu ise pek çok Kur’an ayetinde belirtilmektedir:
(Kur’an) 10-56 O hayat verir, o öldürür. O’na döndürüleceksiniz.
(Kur’an) 24-42 Göklerin ve yerin mülkü/yönetimi Allah’ındır. Dönüş Allah’a dır.
(Kur’an) 2-46 O ürperti duyanlar, Rablerine kavuşacaklarını düşünürler ve bilirler ki onlar, mutlaka O’na döneceklerdir.
(Kur’an) 7-29 ...Tıpkı sizi ilk yarattığı gibi O’na döneceksiniz.
(Kur’an) 6-108 Onların Allah dışında dua ettiklerine sövmeyin. Yoksa onlar da düşmanlıkla ve bilgisizce Allah’a söverler. Biz her ümmete yaptığı işi bu şekilde süslü gösterdik. Sonra hepsinin dönüşü Rablerinedir. O, onlara yapmakta olduklarını haber verecektir.
(Kur’an) 3-83 Hala Allah’ın dininden gayrısını mı arıyorlar? Oysa ki, göklerdeki şuurlular da, yerdekiler de ister istemez O’na teslim olmuşlardır ve yalnız O’na döndürüleceklerdir.
Yukarıda sadece birkaç tanesi örnek olarak verilen Kur’an ayetleri beşerin hedefinin Yaratan’a dönüşü olduğunu gösteriyor. Hatta göklerdeki şuurluların da sonunda Yaratan’a döndürüleceğini anlatıyor. Toplumumuzdaki Kur’an bağımlılarının çoğunluğunun hedefinin, biyolojik ölümleri sonrasında cennete gitmek olduğunu devamlı duyarız. Bu hedef ise pek çok Kur’an ayetinde tekrarlanır. Bazı ayetlerde ise cennet terimi çoğul olarak kullanılır ve farklı cennetler olduğu belirtilir. Örnek olarak şu ayetleri hatırlayalım:
(Kur’an) 9-72 Allah, mümin erkeklerle mümin kadınlara altından ırmaklar akan cennetler vaat etmiştir...
sürekli kalacaklardır orada.
(Kur’an) 55-46,62 Rabbinizin makamından korkan kimseye iki cennet var. İkisinden başka iki cennet daha var.
Ancak Kur’an, cennetten daha başka bir hedef olduğunu da inananlara müjdelemektedir:
(Kur’an) 50-31,35 Ve cennet takva sahiplerine yaklaştırılmıştır, hiç uzak değildir. Orada onlar için her şey var. Katımızda ise dahası da var.
(Kur’an) 3-14 ...Allah’a gelince varılacak yerin en güzeli O’nun yanındadır.
(Kur’an) 28-70 O Allah’tır. Tanrı yoktur O’ndan başka. İlkte de sonda da hamd O’nadır. Hüküm de O’nundur. Ve siz O’na döndürüleceksiniz.
Kur’an’da gösterilen hedefin aslında bir vaat olduğunu da gene Kur’an’dan öğreniyoruz:
(Kur’an) 10-4 Allah’tan hak bir vaat olarak hepinizin dönüşü yalnız O’nadır.
Anlaşılıyor ki bireyin en yüksek hedefi Yaratan’ın katı olmalıdır. Bu verilen ayetler ister istemez insana derviş Yunus’un deyişlerini hatırlatıyor. Ne demişti derviş Yunus?
Cennet cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri
İsteyene ver onları bana seni gerek seni
Kur’an’da bireye gösterilen bu hedefe nasıl ulaşılacak? Cevap gene Kur’an’da bulunabilir. Bazı Kur’an ayetlerini hatırlayalım:
(Kur’an) 84-6 Ey insan, sen Rabbine varmak için çok didinecek, sonunda ona kavuşacaksın.
Bireyin Rabbine kavuşması için çok didinmesi gerektiğini verilen Kur’an ayeti belirtiyor. Çok didinmeyi birey bir dünya ömründe tamamlayabilir mi? Onu bilmiyoruz Ancak bireyin çok didinmesi sonucu nasıl dönüşümler geçirerek kendisine gösterilen hedefe ulaşabileceğinin işaretlerini ise aşağıdaki Kur’an ayetlerinde görebiliriz:
(Kur’an) 34-37 ...Sizi bize yaklaştırıp katımızda size yakınlık sağlayacak olan ne mallarınız ne de çocuklarınız. İman edip barışa yönelik iş yapanlar müstesna.
(Kur’an) 29-69 Bizim uğrumuzda didinenleri biz, yollarımıza elbette ulaştıracağız. Allah, güzel düşünüp güzel davrananlarla mutlaka beraberdir.
(Kur’an) 5-35 Ey iman edenler! Allah’tan korkun; O’na varmaya vesile arayın. O’nun yolunda gayret gösterin ki, kurtuluşa erebilesiniz.
(Kur’an) 73-19 Bu bir öğüt verici, düşündürücüdür. Dileyen, Rabbine doğru bir yol edinir.
(Kur’an) 35-18 Arınıp temizlenen, kendi benliği için arınıp temizlenir. Dönüş Allah’adır.
(Kur’an) 91-9 Benliği temizleyip arındıran gerçekten kurtulmuştur.
Kur’an’da inanmışlara gösterilen hedef ilk bakışta cennetlerdir, ancak ulaşılmak için gayret edilmesi gereken hedefin Yaratan’ın huzuru olduğu çeşitli ayetlerde belirtilmektedir. Kur’an bu hedefe ulaşmak için gayret göstermeyi Kurtuluş olarak da adlandırır (Kur’an 5-35) gibi). Günümüzde İsa’nın öğretisini takip edenler kendi inançlarına göre, İsa’ya inananların kurtuluşa eriştiğine inanırlar. İsa’nın kendini feda ederek çarmıhta ölmesi ile insanlığın günahlarının affedildiğini kabul ederler. Halbuki böyle bir inanış Kur’an’da pek kabul görmez. Kur’an kurtuluşun da bireyselliğini öğretir ki, bunu yukarıdaki Kur’an ayetlerinde de görüyoruz. Ancak İsa’ya inananların kurtuluşa eriştiği fikrini ele alırsak; İsa’ya inanmayı, eğer İsa’nın öğretisini benimseyip onu günlük hayatımızda yaşayabilmek olarak anlıyorsak, söylenen fikrin geçerliliğini anlarız ki bu durumda da gene kurtuluşun bireyselliğine ulaşmış oluyoruz.
Ayrıca herhangi bir topluluğun Tanrı katında imtiyazlı olmasını düşünmek Tanrı’nın adaletine aykırıdır ki Kur’an’ın indirildiği dönemde sadece kendilerinin kurtuluşa eriştiğini söyleyenlere Kur’an’ın cevabı açıktır:
(Kur’an) 3-73 “Hidayet Allah’ın kılavuzlamasıdır”... “Lütuf Allah’ın elindedir. Onu dilediğinde verir.”
Tanrı’nın insanlara hediyelerinde bir ayrıcalık yoktur. Olsa olsa ilahi plana uygun bir dağılım söz konusu olabilir. Hedefe ulaşma konusunda yukarıda verilen ayetleri tamamlayıcı olarak, Eski Ahit’in Çıkış kitabının üçüncü bölümünde detaylı olarak anlatılan ve Kur’an’da ise kısaca bahsedilen; Musa’nın Rab’bi ile konuşması olayını hatırlayalım. Musa’ya alev içinde gördüğü fakat yanmayan çalılıktan şöyle hitap edilmişti:
(Kur’an) 20-12 “Benim ben, senin Rabbin! Hadi pabuçlarını çıkar; sen kutsal vadide, Tuva’dasın.”
Musa kutsal vadide olduğu için ayakkabılarını çıkarmak zorunda kalıyorsa, yukarıda verilen ayetlerde anlatılan hedefe ulaşabilmek için herhalde benliğin temizlenmesi gerekir.Temizlenmeden kastedilen herhalde sadece beden temizliği değildir. Belki de Eski Ahit’te anlatılan ve mabede girmeden önce uyulması istenen temizlik ritüeli ve Kur’an’da bahsedilen abdest alma istenen temizliğin başlangıcıdır.Olabilir ki Kur’an ayetlerinde anılan temizlik, ruhsal temizliktir. Gerçek temizliğin ruhsal olduğunu İncil metinlerinden anlıyoruz. İncil bağımlıları tarafından asırlardır uygulanan vaftiz olayını ilk uygulayan vaftizci Yahya’dır. Yahya günahlarından temizlenmek isteyenleri Şeria nehrinde suyla yıkıyordu ve şunu söylüyordu:
(Matta İncili) 3-11 Gerçi ben sizi tövbe için suyla vaftiz ediyorum. Ama benden sonra gelen daha güçlüdür...O sizi Kutsal Ruh’la ve ateşle vaftiz edecek.
Var olan dört tane İncil metinlerinden anladığımız kadarı ile İsa’nın öğretisinde, Eski Ahit’tekine benzer kural ve kanunlar yoktur. İsa’nın öğretisi sevgiyi önerir ve zaten kendi hayatı ile bunun örneğini vermiştir. Her ne kadar kendisi, Yahya tarafından su ile vaftiz edilmiş ise de İsa hiç kimseyi su ile vaftiz etmemiştir. Aynı davranışa yönelik açıklamayı Pavlus’un Korintlilere Birinci Mektubu’nda da görüyoruz.
(YeniAhit,1.Korintliler) 12-13 İster Yahudi ister Grek, ister köle ister özgür olalım, hepimiz bir beden olmak üzere aynı Ruh’la vaftiz olduk.
Pavlus İsa’nın öğretisini kabul eden herkesin Ruh’la vaftiz olduğunu yani Ruh tarafından ruhsal arınmasının sağlandığını söylüyor. Ancak İncil bağımlılarının İsa’nın öğretisini yerine getirip getirmedikleri konusundaki cevabı zaten o toplumlara bakarak görebiliriz. İncil bağımlılarından acaba ne kadarı İncil’i günlük hayatında uyguluyor? Eğer uygulama toplumun geniş bir yüzdesine hakim olsa idi günümüz dünyası çok daha farklı olabilirdi.
Görüldüğü gibi İncil’de de söylenen, gerçek temizlenmenin ruhsal temizlenme olduğudur. Ruhsal temizlenmenin başarılabilmesi konusunda da Kur’an bazı ipuçları vermektedir:
(Kur’an) 24-30 Mümin erkeklere söyle; Bakışlarını yere indirsinler. Irzlarını korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır.
(Kur’an) 62-2 O Allah’tır ki, ümmilere içlerinden bir resul göndermiştir de o, onlara Allah’ın ayetlerini okur, onları arıtıp temizler, onlara Kitap ve hikmeti öğretir.
(Kur’an) 9-108 ... Daha ilk gününde takva üzerine kurulan bir mescit, içinde namaz kılman için çok daha uygundur. Temizlenme arzusu taşıyan erler vardır o mescitte. Allah temizlenenleri sever.
(Kur’an) 33-32,33 Ey peygamber hanımları!...
İlk cahiliye yürüyüşü gibi kendinizi teşhir ederek yürümeyin. Namazı kılın, zekatı verin. Allah sizden kiri/lekeyi gidermek istiyor. Ey ehlibeyt, sizi tam bir biçimde temizlemek istiyor.
Bütün bu ayetlere baktığımızda ne görüyoruz? Hangi ayet temizlenmeyi fiziksel temizlenme olarak anlatıyor? Allah’ın Resul’ünün çevresindekilere Allah’ın ayetlerinin okuması ile onların arınmasının tek bir yolu vardır; o da ruhsal arınmadır. Adı geçen mescitte temizlenme arzusu taşıyan erler, zaten namaz kılmak için mescite girmeden önce abdest almadı mı? Son Peygamberin eşlerinin bile temizlenmeye ihtiyacı olduğunu görüyoruz ve onların temizlenebilmesinin de gene fiziksel olmadığını anlıyoruz ve her konuda olduğu gibi ruhsal temizlenmenin de ancak Allah’ın izni ve yardımı ile olabileceğini biliyoruz. Anlayabildiğimiz kadarı ile arınabilmek için önce arınmayı istemeli ve daha sonra yaşamımızda beşeri zayıflıklarımızı zamanla yenmemiz gerekiyor. Vahiy kitaplarında önerilen ritüeller beşerin arınmasına bir başlangıç olabilir. Örnek olarak oruç tutmayı düşünelim. Yaygın olarak uygulanan ve bilinen oruç günün belli saatleri içinde sıvı veya katı yiyecekten uzak durmaktır. Bunun adı basitçe açlık orucudur. Kur’an’dan İsa’nın doğumunun çok yakın olduğu anlarda Meryem’le ilgili ayetleri hatırlayalım:
(Kur’an) 19-25,26 “Hurma ağacının kütüğünü kendine doğru salla, üzerine olgun taze hurma dökülecektir. “Artık ye, iç. Gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen şöyle söyle: “Ben Rahman için oruç adadım. Onun için bugün insan cinsinden hiç kimseyle konuşmayacağım.”
Bu ayetlerde bahsedilen Meryem’in orucuna ilk olarak Yaşar Nuri Öztürk değinmiş ve bunu, sükut orucu olarak isimlendirmiştir. Bu bir açıklamadır ve olayın kendisi bir fikir vermektedir. Günümüzde ise açlık orucu olsun olmasın bireyin diğer insanlarla ilişkisinde kelimeleri özenle seçip inatçı ve itici olmaması kanımızca oruç olayının daha değişik bir boyutudur. Konuyu biraz daha ilerletirsek bireyin düşüncelerini kontrol edebilmesi ile başkaları hakkında kötü ve çirkin şeyler düşünmekten kendini alıkoyabilmesi oruç kavramının düşüncede oruç diyebileceğimiz çok daha farklı bir boyutunu göstermez mi? Ve böyle bir gelişim arınma yolunda ilerlemeye işaret etmez mi? Arınmışlara sağlanan büyük bir ödülü bakınız Kur’an nasıl anlatıyor:
(Kur’an) 56-77,78,79 O, kesinlikle şerefli bir Kur’an’dır. Titizlikle saklanan bir Kitap’tadır. Ona arınmışlardan başkası dokunamaz.
Burada anlatılmaya çalışılan sanıyorum Kur’an’ın yazılı olduğu ve herkesin evinde var olduğunu sandığımız kitaba fiziksel dokunma herhalde değildir.
Kur’an’ın mesajını anlamadan, sadece bize başkalarının önerilerini alıp üzerinde düşünmeden kabul etmek ve uygulamak acaba bizi Kur’an’ın arzuladığı hedefe yönlendirebilir mi? Kutsal mesajın kendisi, zirveden geldiğine göre arıdır ve durudur. Beşerin bize önerebildikleri ise kutsal mesajın arılığına ulaşabilir mi? Niçin dağın eteklerinde akan kirlenmiş suyla uğraşıyoruz. Kafamızı kaldıralım ve dağın zirvesine bakalım. Zirvedeki arı suyu hedefleyelim. O suyun kaynağı da hemen elimizin altında olan ve kutsal mesajı ileten vahiy kitaplarındadır. Arınmamızın da dereceleri olduğunu sanıyorum. Farklı derecelerde arınmışların İlahi mesajı farklı algılamaları normaldir. Birey herhalde benliğini arıttıkça, ilahi mesajı daha iyi anlar ve mesajı daha iyi anladıkça arınmasını arttırabilir. Ancak dikkat edilmesi gereken bireyin kişisel emeği ile bunu başarmaya çalışmasıdır. Aksi halde konu ile ilgili olduğunu iddia edenlerin yol göstericiliğine mecbur kalınırsa sonuç ne olur bilinmez. Ancak Kur’an ne olacağını da belirtiyor.
(Kur’an) 9-34 Ey iman sahipleri! Hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp ta onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı muştula.
Herhalde bu ayetteki haham ve rahip kelimelerini çıkartıp, genelleştirip, bütün dünyada dinden menfaat sağlayanlar desek daha doğru olmaz mı?
Her konuda olduğu gibi arınma konusunda da Yaratan’ın takdirini hatırlamak ve kabullenmek gereklidir:
(Kur’an) 24-21 ....Allah’ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içinizden tek kişi bile sonsuza dek temize çıkamazdı. Ama Allah dilediğini arıtıp temizliyor.
Elinden bir dolu içtim
Türlü türlü derde düştüm
Cümle varlığımdan geçtim
Senin yolunda yolunda
Aşık Veysel
YOL
Beşerin dünyaya gözlerini açtıktan sonra biyolojik bedenin ölümüne kadar bu dünyada geçireceği dönemde kendisinin boş bırakılmayacağı Kur’an’da belirtilmektedir. Ayrıca kutsal kitaplar insana bir hedef göstermektedir. Daha önce çeşitli Kur’an ayetlerinin gösterdiği hedefin ne olduğuna kısaca değinilmişti. Anlaşıldığı kadarı ile hedef olarak cennetler ve daha ileri bir hedef olarak da Tanrı huzuru gösterilmektedir. Bireyin ve geniş manada toplumların gösterilen hedefe ulaşabilmesi için hangi YOL’u yürümesi gerekmektedir? Sorunun cevabını bulmak için Kur’an’a başvuralım:
(Kur’an) 36-4,5 Dosdoğru bir yol üzerindesin. Aziz ve Rahman’ın indirdiği üzeresin.
Bu ayette her ne kadar son peygambere hitap ediliyorsa da, beşer de ne yapması gerektiğini görebiliyor. Demek ki üzerinde yürümemiz gereken yol Rahman’ın indirdiği ile tarif edilen Yol’dur. Hayatta iken son peygamberin anlaşmazlığa düştüğü kişilere, Kur’an “öğüt” verirken dosdoğru yolu da gösteriyor.
(Kur’an) 19-36 ...Şüphesiz Allah, benim de Rabbim’dir, sizin de Rabbinizdir. O halde O’na kulluk/ibadet edin. Dosdoğru yol budur.
Başka bir Kur’an ayetinde ise Cennetten kovulan iblisin kimleri yoldan saptıramayacağı ifade edilirken Tanrı’ya kulluk yapmanın karakteri de belirtiliyor:
(Kur’an) 15-39,40,41 ..”ve onların tümünü kesinlikle azdıracağım.” “İçlerinden riyaya sapmamış samimi kullar müstesna.”
Buyurdu: “İşte bana varan dosdoğru yol budur.”
Görülüyor ki Allah’a kulluk etmede riya olmaması gerekmektedir. Burada, İsa’nın, Yeni Ahit’ten dinin özüne yönelik sözlerini hatırlayalım.
(Matta İncili) 22-37 Tanrını bütün yüreğinle, bütün ruhunla ve bütün aklınla sev...
Tanrı’sını seven bir varlığın Tanrı’sına göstereceği kulluğun riyasız olacağı aşikar değil midir? Aynı çerçevede, Eski Ahit’te, bir taraftan inananlara hedef gösterirken hedefe gidecek yola da işaret ediyor.
(Eski Ahit Tesniye) 4-29,30 Ama Tanrınız Rab’bi arayacaksınız. Bütün yüreğinizle, bütün canınızla ararsanız, O’nu bulacaksınız.
Sıkıntıya düştüğünüzde ve bütün bu olaylar başınıza geldiğinde; sonunda Tanrınız Rab’be dönecek, O’nun sözüne kulak vereceksiniz.
Kur’an’da belirtilen hedefle ilgili olarak, Ademoğlunun Rab’bine doğru edineceği yolda nasıl ilerleyebileceğini açıklayan şu Kur’an ayetini hatırlayalım:
(Kur’an) 42-52 İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nur yaptık. Hiç kuşkusuz sen dosdoğru bir yola kılavuzluk etmektesin.
Bu ayette yolumuza devam edebilmemiz için yolumuzun Kur’an tarafından aydınlatıldığını bilmemiz isteniyor. Ayrıca son peygamberin Tanrı’ya giden yola kılavuzluk ettiğine işaret ediliyor. Bu noktada, ancak yolu iyi bilenlerin kılavuzluk yapabileceğini hatırlamakta yarar var.
Sadece ilahi mesajın yolumuzu aydınlattığını Kur’an özellikle vurguluyor:
(Kur’an) 6-116 Yeryüzündeki insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.
Görülüyor ki burada her ne kadar son peygambere hitap ediliyorsa da mesele bütün insanlığı ilgilendirir. Ademoğullarının hedefe giden bir yol edinebilmeleri için beşer yapısı toplumsal dini değil, Allah’ın dinini esas alması gerekir ki onun kaynağı da
bizzat ilahi mesajın verildiği kutsal kitaplardır:
(Kur’an) 73-19 Bu bir öğüt verici, düşündürücüdür. Dileyen, Rabbine doğru, bir yol edinir.
Bu ayette ise yolun Kur’an tarafından gösterildiği anlatılırken, yolu bulabilmek için ilahi mesajın öğüdünü anlamamız ve bunun için de ilahi mesajın ayetleri üzerinde düşünmemiz gerektiği anlaşılıyor. Ayrıca ayet bireye özgürce seçim hakkını vererek dileyenin kendine bir yol edinebileceğini söyleyerek, Kur’an’ın ana temalarından birisi olan dinde baskı yoktur söylemini de güçlendiriyor. Aynı ayette, dikkat edilirse yol denmiyor bir yol deniyor. Yani Kur’an anladığımız kadarıyla edinilecek yolun, üstü kapalı da olsa tek olmayabileceğini ifade ediyor.
Hedefe giden yolun tek olmadığı diğer bazı Kur’an ayetlerinde ise çok açık olarak gösteriliyor:
(Kur’an) 22-34 Biz her ümmet için bir kurban yeri / bir kurban kesme tarzı belirlemişizdir ki, kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üstüne Allah’ın ismini ansınlar. Sizin tanrınız bir tek tanrıdır; o halde yalnız O’na teslim olun. Alçak gönüllü, saygılı kişileri muştula.
(Kur’an) 22-67 Her ümmet için biz, bir ibadet şekli / bir ibadet yeri belirledik; onlar onu izlerler...
Kur’an, İbrahim’in şöyle yakardığını da anlatır:
(Kur’an) 2-128 ...soyumuzdan da sana teslim olan müslüman bir ümmet oluştur. Bize ibadet yerlerimizi göster....
Yukarıdaki ayetlerde, ümmet terimini tek öğretinin, değişik zaman dilimlerinde indirilmiş ve isimleri farklı ancak birbirini doğrulayan kitapların her birinin bağımlıları olarak alırsak, her toplumun kendisine gösterilen şekilde ibadet etmesinin doğal olduğunu anlıyoruz. Her toplum kendine öğretilen ibadeti yerine getirerek hedefe varmaya çalışmaktadır. Bu konuda Kur’an’ın ifadesine göre herhangi bir çelişki yoktur. Kur’an bu konuya açıklık getiren çeşitli ayetler de içerir:
(Kur’an) 5-43 İçinde Allah hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da senin hakemliğine başvuruyorlar?...
(Kur’an) 5-47 İncil bağımlıları Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir.
Bu ayetler Kur’an’ın mesajının evrenselliğini ve bütünleştirici yönünü mükemmel bir şekilde gösteriyor. Kur’an bağımlılarından bazılarının sandığı gibi Tevrat ve İncil batıl değildir. Tersine onlar da Allah’ın mesajını içerir. Her kitabın bağımlılarının, kitaplarının önerdiği ile davranmaları ise Kur’an’ın mesajının vazgeçilmez bir sonucudur.
Bütünlük içindeki farklılık, İsa’nın öğretisinde de görülür. Tedavi ettiği bir kişiye İsa bakın ne diyor:
(Matta) 8-4 Dinle. Kimseye söyleme, fakat doğruca hahama git ve seni incelesin. Hastalığının iyileştiğini ispat etmek için Musa’nın emrettiği şekilde kurban ibadetini yerine getir.
Bu ayet Kur’an’ın istediği ana temalardan olan öncekini teyit etme fonksiyonunun, İsa’nın öğretisinde de olduğunu göstermekte ve bunu yaparak bütünlükten ayrılmamaya özen gösterilmektedir ve dolaylı olarak mesajın hep tek kaynaktan verildiği de ayrıca vurgulanmaktadır.
Kur’an, ilahi mesajın insanlığa iletilmesinde farklı dönemlerde, farklı kitapların kullandığını ancak bunun bütünlük içinde olduğunu anlatırken her kitap bağımlısının kendi kitabına bağımlı yaşamasının gerçekte, bütün içinde olduğunu ve bütünden bir kopuş olmaması gerektiğini de çok güzel ifade etmektedir. Kur’an ayrıca çeşitli ayetlerde aynı kitap bağımlılarının da beşeri davranışlar yüzünden aralarında bölünmelerini de kınamaktadır. Bu çerçevede, örneklerini aşağıda verdiğimiz Kur’an ayetlerinin konusu, kutsal kitapların bağımlılarının geçmişte ve günümüzde yaptıkları çeşitli gruplaşmalardır ki Kur’an onları hizipler diye adlandırır ve dünyanı pek çok bölgesinde görülür:
(Kur’an) 42-14 Kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden fırkalara bölündüler... Onların ardından Kitap’a mirasçı olanlar da O’nun hakkında işkillendiren bir kuşku içindedirler.
(Kur’an) 23-53 ...onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir.
(Kur’an) 3-105 Kendilerine açık seçik kanıtlar geldikten sora, çekişmeye girip fırkalar halinde parçalananlar gibi olmayın...
(Kur’an) 6-159 Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.
Yukarıda verilen Kur’an ayetleri, dinin, yani Allah’ın dininin parçalanmasına karşıdır. Çünkü böyle bir parçalanma ilahi mesajın bütünlüğü sağlama arzusuna karşıdır. Bu ayetler ortada iken Kur’an bağımlılarının farklı mezheplere ve hatta tarikatlara bölünmesi ve bunu yaparak bütünden ayrılması ve kendi mezhebi veya tarikatı ile övünmesi acaba nedendir? Nedeni ne olursa olsun, Kur’an bağımlılarının yaşadığı coğrafyadaki insanların perişanlığı takip edilen yolun, Kur’an’da belirtilen yol, yani dosdoğru yol olmadığının en güzel ispatı değil mi?
İsa öğretisinde, dönemindeki Yahudi din bilginlerini insanları yanlış yönlendirmekle suçlamaktadır:
(Matta) 23-13,14 Vay halinize din bilginleri ve ferisiler, iki yüzlüler! Göklerin egemenliğinin kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz giriyorsunuz, ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz.
(Matta) 23-24 Ey kör kılavuzlar! küçük sineği ayırır, ama deveyi yutarsınız.
(Matta) 23-8 Kimse sizi öğretmen diye çağırmasın. Çünkü sizin bir tek öğretmeniniz var ve hepiniz kardeşsiniz.
İsa kendi döneminde bile din bilginlerinin yanlışlarına değinerek insanların hedeflerine ulaşmasına engel olduklarını ve gerçekte herkesin kardeş olduklarını ve tek bir öğretmen olduğunu vurguluyor.
Öğretmenlik konusunda Kur’an ayetlerini hatırlayalım:
(Kur’an),55-1,2,3,4 O Rahman, öğretti Kur’an’ı.
Yarattı insanı, belletti ona duygu ve düşüncelerini ifade etmeyi.
(Kur’an) 2-255 ...İnsanlar O’nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar...
(Kur’an) 2-282 ...Aranızda bir yazıcı onu adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın.
(Kur’an) 42-51 Allah, bir insanla vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur; yahut da bir resul gönderir de kendi izniyle dilediğini vahyeder...
Gerek Yeni Ahit’ten ve gerekse Kur’an’dan alınan bu ayetler, bir yandan insanın insana kılavuzluk yapmasındaki güçlüklere işaret ediyor, ve diğer yandan bilginin tek olan ana kaynaktan alınabileceğini belirtiyor.Buna dayanarak şunun altını çizebiliriz. Ortada vahiy kitapları varken bize gösterilen hedefe, bizi ulaştırabilecek yolumuzu bulabilmek ve yolumuzda ilerleyebilmek için beşer yapısı dine gerek yoktur. İlahi mesaj insanlar üzerinde baskı ve zorlama olamayacağını belirtirken; beşer yapısı din ile insanlar üzerinde baskı yapmak, insanları doğru yoldan, ilahi mesajın gösterdiği hedefe ulaştıracak yoldan alıkoymak değil midir? Bu noktada, belki de farklı bir sebeple indirilmiş olan bir Kur’an ayetini hatırlayalım:
(Kur’an) 11-19 O zalimler ki, Allah’ın yolundan alıkoyar...
Kur’an insanları, sebebi ne olursa olsun Allah’ın yolundan alıkoymayı zalimlik olarak anlatıyor. Allah’ın dininde bölünmeye sebep olanlar ve bunun devam etmesi için uğraşanlar umulur ki doğru yolu görürler. Kur’an insanları doğru yoldan ayıran bazı din adamlarını ciddi bir dille eleştirir:
(Kur’an) 2-79 Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap’ı kendi elleriyle yazarlar sonra onunla basit bir karşılık alsınlar diye, “İşte bu Allah katındandır” derler.
(Kur’an) 9-34 Ey iman sahipleri! Hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu halkın mallarını tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altın ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı muştula
(Kur’an) 12-104 Sen bu tebliğin için onlardan bir ücret istemiyorsun...
Bu ayetlerde anlatılan din adamlarının örnekleri her dönemde ve her ülkede görülebilir. Herhalde yapılması gereken, Allah’ın öğretmenliğini arzu etmek ve yolumuzu aydınlatacak ışığı vahiy kitaplarında aramak olmalıdır. Din bölümünde dinin bireyselliğinden bahsedilmişti. Bu konu ile ilgili olarak tekrar Kur’an ayetlerine dönelim
(Kur’an) 2-148 Herkesin bir yönü vardır ona döner. O halde hayırlarda yarışın.
(Kur’an) 24-41 Görmedin mi! göklerdeki ve yerdeki şuurlular da bölük bölük olmış kuşlar da Allah’ı tespih etmektedirler. Her biri kendine özgü tespihini bilmiştir...
(Kur’an) 5-48 Sana da Kitap’ı hak olarak indirdik. Kitap’tan onun yanında bulunanı tasdikleyici ve onu denetleyip güvenirliliğini sağlayıcı olarak.... sizden her biri için bir yol belirledik. Allah dileseydi sizi elbette bir tek ümmet yapardı. Ama size vermiş olduklarıyla sizi imtihana çeksin diye öyle yapmamıştır. O halde hayırlarda yarışın. Tümünüzün dönüşü Allah’a dır...
(Kur’an) 6-108 Onların Allah dışında dua ettiklerine sövmeyin. Yoksa onlar da düşmanlıkla ve bilgisizce Allah’a söverler. Biz her ümmete yaptığı işi bu şekilde süslü gösterdik. Sonra hepsinin dönüşü Rablerinedir. O; onlara yapmakta olduklarını haber verecektir.
Bu verilen ayetler hedefe varmak için her bireyin yolunun yaratılıştan farklı olduğunu açıkça anlatıyor. Demek ki bırakın farklı kitap bağımlılarını aynı kitabın bağımlılarının bile yollarının farklı olduğu ve bu farklılığın yaratılıştan kaynaklandığı görülüyor. Madem ki daha önce de söylendiği gibi “dinde zorlama ve tiksindirme yok” ise insanları belli kalıplara girmeye zorlamanın sebebi acaba ne olabilir? Din öğretisi bireye madem ki özgürlüğünü sağlamak için vardır. O halde her birey kendi özgür iradesi ile davranıp kendi vicdanının sesini dinleyerek kendi yolunu bulmaya gayret etmelidir. Kur’an’ın sesine tekrar kulak verelim:
(Kur’an) 39-55 “...Rabbinizden indirilenin en güzeline uyun”
. Kur’an neyin en güzel olduğunu söylemiyor. Bütünlük içinde kalarak birey kendi güzelini kendisi bulmalıdır. Bireysel niyet ve çabanın önemi anlaşılıyor. Ancak burada da Allah’ın izninin gerektiğini vurgulayan Kur’an ayetleri ile konuyu tamamlayalım:
(Kur’an) 24-35 Allah, göklerin ve yerin Nur’u dur....Allah dilediğini kendi nuruna kılavuzlar.
(Kur’an) 6-111 Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına dikseydik, Allah’ın dilemesi dışında, yine de inanmazlardı...
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir.
Yunus Emre
UYANMA- DİRİLİŞ
Bireyin, Kur’an’da gösterilen hedefe ulaştıran yolda, tekâmül ederek ilerleyebilmesi için öncelikle bireyin dirilmesi gerekir. Birey biyolojik olarak canlıdır. Ancak gerçekte ise ilahi mesajın anlatımı ile diri midir? Örnek olarak İncil’e bakalım. İsa’nın takipçilerinden bir kişi ile İsa arasındaki konuşmayı hatırlayalım:
(Matta İncili) 8-21,22 İsa’nın takipçisi olan birisi konuştu: “Rab, önce izin ver gidip babamı gömeyim.
İsa cevap verdi: Benimle gel ve bırak ölüler kendi ölüsünü gömsün.”
Acaba İsa’nın öğrencisinin ölü babasını gömecek olanlar hakkında, İsa niçin ölüler kelimesini kullanmış? O insanlar etten kemikten oluşan ve biyolojik yaşamı olan varlıklardı. Herhalde İsa bu ifadesinde biyolojik bedenin ölümüne değil farklı bir ölüm haline işaret ediyor..
Benzer yaklaşım Kur’an’da çok sıklıkla kullanılmaktadır. Tebliğ çalışmaları sırasında belki de karşılaştığı güçlüklerle ilgili olarak bakın Muhammed’e nasıl hitap ediliyor:
(Kur’an) 27-80,81 Sen ölülere işittiremezsin. Eğer dönüp giderlerse sağırlara da duyuramazsın.
Ve sen, düştükleri sapıklıktan körleri de çıkaramazsın. Teslim olmuş kişiler halinde ayetlerimize inananlardan başkasına sesini duyuramazsın.
Muhammed ilahi mesajla ilgili tebliğini herhalde mezarlardaki cesetlere yapmıyordu. Yaşayan varlıklara konuşuyordu. Fakat Muhammed’in söylediklerini demek ki bazıları anlıyor diğerleri ise anlayamıyordu. Kur’an’ın ifadesi ile bazıları duyamıyordu. Muhammed’in hitap ettiklerinin bir kısmının mesajı duyması ve diğerlerinin duymaması ile ilgili olarak Kur’an bakın ne diyor:
(Kur’an) 35-22 Diriler de eşit olmaz ölüler de. Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere işittiremezsin.
Gerek İsa’nın öğrencisine söyledikleri ve gerekse bu Kur’an ayeti acaba insanın biyolojik bedende iken bir cins mezarda olduğunu mu anlatmaya çalışıyor? Eğer öyleyse kabirlerimizden bir an önce çıkabilmemiz ne kadar güzel olur. Ancak yukarıdaki Kur’an ayeti, ilahi mesajı sadece Allah’ın dilediklerinin işitebildiğini de belirtiyor. Aynı ayette dikkatimizi çeken başka bir özellik ise dünyada yaşayanların bir kısmının diri diğerlerinin ise ölü olduğu yanında ne ölülerin ve ne de dirilerin eşit olmadığını anlıyoruz. Başka bir Kur’an ayeti ise konuya daha geniş yaklaşıyor.
(Kur’an) 77-25,26 Yeri bir toplanma zemini yapmadık mı? Diriler bakımından da ölüler bakımından da.
Herhalde bu ayette bahsedilen ölüler, tekrar edersek mezardaki cesetler değildir. Bir önceki ayetle de ilişki kurarsak mezardaki cesetlerin eşit olmamasının akla dayanan bir açıklaması olabilir mi? Aşağıdaki Kur’an ayetlerine bakalım:
(Kur’an) 39-42 Allah, canları ölümleri sırasında alır, ölmeyenleri de uykuları sırasında. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar: ötekileri, belirlenen bir süreye kadar salıverir. Bunda, iyice düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.
(Kur’an) 32-11 Söyle onlara; size vekil edilen ölüm meleği canınızı alır, sonra doğrudan doğruya Rabbinize döndürülürsünüz.
Her iki ayet ölüm olayında ve hatta uykuda can terimi ile belirlenen unsurun bedenden ayrıldığını ve bedenin biyolojik ölümü sonunda ise Rabbe döndürüleceğimiz anlatılmış. Can çıktığında geride kalan ise cesettir. Demek oluyor ki daha önce verilen İncil ve Kur’an ayetlerinde kullanılan ölüler terimi can vermiş ve biyolojik ölüme ulaşmış cesetlerle ilgili değildir.
Unutmayalım ki din öğretisinin muhatabı yaşayan insanlardır; mezardaki cesetler değildir. Gerek İncil’den aldığımız ayet
(Matta 8-21,22) ve gerekse yukarıda bazı örnekleri verilen pek çok Kur’an ayetinde adı geçen ölüler, biyolojik olarak canlı fakat henüz bazı gerçekleri anlamayacak olanlardır. Bunu aşağıda verilen Kur’an ayeti özetlemektedir:
(Kur’an) 7-179 Yemin olsun ki biz, insanlardan ve cinlerden birçoğunu cehennem için yarattık. Kalpleri var bunların, onlarla anlamazlar; gözleri var bunların, onlarla görmezler; kulakları var bunların onlarla işitmezler. Davarlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın, Gafillerin ta kendileridir.
Benzer yaklaşım İncil’de de görülür:
(Luka İncili) 14-34,35 Tuz yararlıdır. Ama tuz tadını yitirirse, bir daha nasıl o tadı kazanabilir?
Ne toprağa, ne de gübreye yarar; onu çöpe atarlar. İşitecek kulağı olan işitsin.
Biz insanlar hep beynimizle her şeyi düşünüp anladığımızı sanıyoruz. Ancak Kur’an bazı şeylerin ise ancak kalple anlaşılabileceğini söylüyor. Yaşayan her bireyin kalbi mutlaka vardır ve biyolojik yaşam için gereklidir. Ancak Kur’an’ın ifadesine göre herkesin kalbi anlayabilme fonksiyonunu yerine getirmiyor. Bu konuyla ilgili olarak şu Kur’an ayetini hatırlayalım:
(Kur’an) 39-22 Allah’ın, göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı?
Bu ayette de gene insan beyninden bahsedilmiyor. Mecazi olarak kalbin bulunduğu bölge olan göğsümüz ve onun Allah tarafından İslam’a açılmasından bahsediliyor. Böyle bir kişi Tanrı’nın kendisine sağladığı ışık ile yürüyecektir. Ancak adı geçen ışığı görecek göz ise herhalde kafalardaki göz değil, gönül gözüdür.
Devamlı olarak ilahi mesajın tek kaynaktan geldiğinin vurgulanmaya çalışıldığı diğer bölümlerde de bahsedildiği gibi kutsal kitaplar sürekli olarak insanı uyarmak için indirilmiştir. Ancak hangi insanı? Bu sorunun cevabını da aşağıdaki Kur’an ayetlerinde bulabiliriz.
(Kur’an) 36-69,70 ...Biz o peygambere şiir öğretmedik...Ona vahyedilen bir öğütten ve apaçık bir Kur’an’dan başka şey değildir.
Diri olanı uyarsın ve inkarcılar üzerine söz hakkı olsun diye inmiştir.
Kur’an’ın mesajı tüm insanlığa yöneliktir. Ancak görünen şey bu insanlardan sadece diri olanları, gerekli uyarıyı alabiliyorlar. Buradan da anlıyoruz ki Kur’an’ın tekrar tekrar kullandığı ölüler terimi henüz dirilmemiş, henüz gerekli şuurlanmaya ulaşmamış insanlar içindir. İncil’de de benzerlikleri görüyoruz:
(Luka İncili) 11-43,44 Vay halinize ey Ferisiler! Havralarda en seçkin yerlere kurulmaya, meydanlarda selamlanmaya bayılırsınız. Vay halinize. İnsanların, farkında olmadan üzerlerinde gezindiği belirsiz mezarlara benziyorsunuz.
Gerek bu İncil ayetinde ve gerekse daha önce verilen Kur’an ayetinde (35-22) sözü edilen Kabir halkının durumu ne olacaktır? Onların ilahi mesajı almaları mümkün olmayacak mıdır? Bu soruların cevabını da Kur’an’da buluyoruz:
(Kur’an) 22-7 Ve saat mutlaka gelecektir. Kuşku yok onda. Ve Allah kabirlerdeki şuurlu varlıkları diriltecektir.
Kabirdeki cesetlerin diriltilmesini ise Kur’an bir benzetme ile açıklıyor:
(Kur’an) 7-57 Rüzgarları, rahmetinin önünden müjdeci gönderen O’dur. Nihayet onlar, göklerle ağırlaşmış bulutları yüklenince onu ölü bir beldeye göndeririz. O suyla her türlü meyveyi çıkarırız. İşte biz, ölüleri de böyle çıkarırız. Düşünüp ibret almanız umuluyor.
Allah’ın rahmetinden hiçbir zaman ve hiçbir konuda umut kesmemek lazım. Her konuda olduğu gibi diriltilmemiz konusunda da izin Allah’tandır. Kur’an bunu da işaret etmiş:
(Kur’an) 53-49 Hiç kuşkusuz, Şi’ra yıldızının / şuurlanmanın Rabbi de O’dur.
Şuurlanmanın Rabbi’nin izni ile beşerin dirilmesi mümkündür ki bunun böyle olduğunu da gene çeşitli Kur’an ayetlerinde görüyoruz:
(Kur’an) 6-36 Ancak gereğince dinleyenler çağrıya cevap verir. Ölülere gelince, Allah onları diriltecektir, sonra O’na döndürülecekler.
(Kur’an) 2-28 Allah’a nasıl nankörlük ediyorsunuz? Siz ölülerdiniz, O sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Nihayet O’na döndürüleceksiniz.
Yukarıdaki ayetlerden anlaşılıyor ki ancak diriler Tanrı’ya döndürülecektir. Kur’an’ın anlatımıyla dirilme gönül gözünün açılması, ve bireyin kalbi ile idrak etmeye başlamasını anlıyoruz. Bu ise bireyin kendisi ve evrenle ilgili gerçekleri fark etmeye başlamasını sağlar. Yani Yunus’un dediği gibi kendini bilmeye başlayabilir. Ancak daha önce verilen bir ayeti hatırlayalım.
(Kur’an) 35-22 Diriler de eşit olmaz, ölüler de,...
Olabilir ki diri olanların her birinin ulaştığı gerçekler farklıdır. Bu ise bizi herkesin gerçeğinin farklı olduğuna götürür. Daha üst gerçeklere gözünü açabilen bir kişi diğerlerine göre daha diri olmaz mı? Bu ise tekrar tekrar dirilmeyi çağrıştırır. Belki de Kur’an’ın yukarıda verilen (2-28) numaralı ayetinde kısaca bahsedilen şey bireyin gönül gözünü sürekli yeni gerçeklere açması yani tekrar tekrar dirilmesi demek değil midir?
Dirilme yaratılıştan günümüze kadar her zaman herhalde olagelmiştir. İlahi mesaj süreklidir ve Tanrı elçilerinin görevi ise bu mesajı topluma iletip, insanları uyandırmak yani o toplumun bireylerinin yeni gerçeklere gözlerini açmalarını sağlamaktır. Bunun çok açık ifadesini Kur’an’da bulalım. İsrailoğullarına, Musa döneminde olanlarla ilgili bir hatırlatma yapılarak bakın ne diyor Kur’an:
(Kur’an) 2-55,56 Siz şunu da söylemiştiniz: “Ey Musa! Biz Allah’ı apaçık görmedikçe sana asla inanmayacağız.” Bunun üzerine sizi yıldırım çarpmıştı ve siz bakıp duruyordunuz. Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredebilesiniz.
Demek ki İsrailoğulları Musa döneminde diriltildi ve belki de daha sonra gelen pek çok Yahudi peygamber de aynı hedefe yönelik olarak tebliğini yapmış olmalıdır. Yeni Ahit’ten bu bölüme girişte verilmiş olan Matta İncili (8-21,22) ayetlerini hatırlayalım. İsa’da İsrailoğullarının o dönemde dirilmesi için ilahi mesajı toplumuna duyurdu. Ancak Yeni Ahit’e göre, aynı toplum İsa’yı çarmıha germişti.
Gerek Musa, gerek İsa ve gerekse Muhammed’in öğretisi toplumlarına, fakat aslında bütün insanlığa yönelik bir İlahi mesaj olup dirilmeyi bazıları için sağlamış olabilir. Dünya toplumunun çoğunluğunun İlahi Mesajın gerçeklerine uyanabilmeyi sağlayabilmiş olması mükemmel bir dünya yaratırdı. Ancak toplumların gerçeklere uyanamaması esas olarak din adamlarının hatası olmasın? Bu durumu İsa çok güzel tespit etmiştir.
(Yeni Ahit Luka İncili) 11-52 Vay halinize ey yasa uzmanları! Bilgi kapısının anahtarını alıp götürdünüz. Kendiniz bu kapıdan girmediniz, girmek isteyenlere de engel oldunuz.
Allah’ın ilmi insanların öğrenmesi içindir. Din bilginleri ise kapasitelerine göre bildiklerini topluma yaymak zorundadır. Mevlevi dervişleri dönerken bir elleri göğe diğeri yere bakar. Yani Hak’tan alınanın halka iletilmesini anlatır.Zaten din öğretisinin insanlar için olduğunu tekrar hatırlarsak yapılması gereken de budur. Ancak özellikle geçmişte maalesef uygulama bu olmamıştır. Gene geçmişe dönelim ve Kur’an’dan, kendilerine kitap verilenlere hitap eden şu ayete bakalım.
(Kur’an) 3-187 Allah kendilerine kitap verilenlerden şu yolda misak almıştı. “Onu insanlara mutlaka açık-seçik bildireceksiniz, onu saklamayacaksınız”. Ama onlar, Kitap’ı sırtlarının gerisine attılar, basit bir ücret karşılığı onu sattılar...
Acaba ülkemizde Kur’an’ın ana dilimizde okunmasının asırlarca gecikmesi sebebini ve günümüzdeki gelişmeleri yukarıda verilen Kur’an ayeti açıklıyor olabilir mi? Zaten kanaatimizce Kur’an’a zaman üstü özelliğini kazandıran bu ve benzer ayetlerdir. Çünkü beşer hala aynıdır. İlahi mesajın topluma ulaştırılmasını engellemek konusunda bakalım Kur’an ne diyor?
(Kur’an) 8-55 Allah katında canlıların en kötüsü gerçeği örtenlerdir. Bunlar iman etmezler.
Kur’an gerçeği bilerek veya bilmeyerek örtenlerin imanını bile sorgulamaktadır. Zaten kişi iman etmiş olsaydı gerçeği örtmeye yönelebilir miydi? Gerçeği örtenler aslında ilahi kitapların mesajını alamamış veya mesajı aldığı halde ona ters düşenlerdir. Çünkü Kur’an şunu belirtiyor:
(Kur’an) 44-38,39 Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri eğlenmek için yaratmadık.
İkisini de, sadece gerçeği göstermek için yarattık.
O halde hiç kimse, insanlığın gerçeği öğrenmesine engel olmamalıdır. Böyle bir davranış yaratılışın amacına karşı gelmektir; özellikle bu kişiler dinle uğraşanlar ve din işleri ile ilgilenmeyi meslek edinenlerse vay onların haline! Neyse ki Yaratan, bütün beşeri engellemelere rağmen insanların gerçeklere gözlerini açacaklarını müjdeliyor.
(Kur’an) 22-7 Ve saat mutlaka gelecektir. Kuşku yok onda. Ve Allah kabirdekileri şuurlu varlıkları diriltecektir.
Her bireyin bilinç seviyesi farklıdır. O yüzden her bireyin dirileceği saat da herhalde farklı olacaktır. Dirilme konusunda başarılı olabilmek için bireyin çaba sarfetmesi gerekir. İnandığı kitap hangisi olursa olsun kitabını sürekli okuyup mesajı anlamaya çalışmalıdır. Gerçekten Kur’an bu konuda da müjde veriyor.
(Kur’an) 45-20 Bu Kur’an, insanların kalp gözlerini açacak ışıklardan oluşur.
Herhalde bireyin saf niyetle Kur’an’a sarılması sanıyorum cevapsız kalmayacaktır. Ancak tekrar etmek gerekirse gerek Eski Ahit ve gerekse Yeni Ahit’in aynı hedefe hizmet edebilsin diye indirilmiş olduğunu bilmeliyiz.
Kalp gözlerinin açılması ve kulakların işitme gücüne kavuşması gibi dirilmeyi belirten işaretlerin, sadece hedefe yönelmede başlangıç olduğunu bilmek lazım. Her safhada beşerin benliği ruhsal gelişmesini engellemeye çalışabilir. Uyanmış ve bir yere kadar güce de kavuşmuş kişilerin benlikleri de devreye girerse neler olabileceğine yönelik olarak Kur’an açıklama yapıyor.. Ahkaf toplumunun başına gelenleri hatırlatarak Kur’an aslında gerekli uyarma görevini yerine getiriyor:
(Kur’an) 46-26 Andolsun, onlara, size vermediğimiz imkan ve kudreti vermiştik. Onlar için işitme gücü, gözler ve gönüller oluşturmuştuk. Fakat, ne işitme güçleri ne gözleri ne de gönülleri, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı / kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştırmadı; çünkü ayetlerimize karşı direniyorlardı; ve alaya aldıkları şey, onları kuşatıp sarıverdi.
Gönül gözü açılmış olanların, bakan körlerin yaptığı gibi Tanrı’nın ayetlerinden uzaklaşmasını anlayabilmek mümkün değildir.
Din kitaplarında bahsedilen Kurtuluş teriminden ne anlıyoruz. Mesele sembolik olarak anlatılan cennete giriş midir? Yoksa Yaratan’ın katına ulaşmak mıdır? Özellikle Kur’an’da her iki şekilde de ifade edilmektedir. Kurtuluş için bireyin ilk olarak gayret göstermesi gerektiğini Kur’an’dan anlıyoruz. Ancak bu eylem tamamen bireyseldir. Bu arada İncil bağımlılarının inancına bakarsak; İsa’nın dünya toplumlarının günahının affedilmesi için kendini feda ettiğini ve İsa’ya inananların kurtuluşa erdiğini düşünürler. Eğer mesele İsa’ya inandığını söyleyip beşer gibi yaşamak ise çok farklı bir konudur. Günümüze baktığımızda gördüğümüz şey; ne Eski Ahit, ne Yeni Ahit ve ne de Kur’an bağımlılarının çoğunluğunun doğru mesajı alabilmiş olduklarıdır. Eğer mesaj doğru alınsaydı dünyada yaşadığımız ve de çoğunluğa sürekli olarak yaşattığımız cehennem oluşur muydu? Maalesef bu cehennemi biz kendimiz yarattık. Mesajı doğru anlayıp uygulayabilseydik, cennette yaşıyor olmaz mıydık. Geçmiş nesiller bunu başaramadılar. Umudumuz yeni nesillerde. Umut edelim ki onlar Kur’an’ın müjdelediği dirilme saatinin gelişini çabuklaştırsınlar.
İnsanlar geçmişte de günümüzde de gönüllerinde hissettikleri uyanma arzusu ile olsa gerek sürekli olarak gözlerini açacak bir ışık arayıp durdular. Belki çok azı buna ulaşabildi. Özellikle de doğru kapıya varmışsa. Ancak büyük çoğunluğunun bunu başardığını söylemek mümkün mü? Belli ki benzer durum günümüzden iki bin sene önce de vardı. Ferisiler hakkında bakın İsa ne demiş:
(Matta İncili) 15-14 Bırakın onları; onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer.
(Matta İncili) 23-15,16 Vay halinize ey din bilginleri ey Ferisiler, iki yüzlüler. Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız. Dininize döneni de kendinizden iki kat cehennemlik yaparsınız.
Vay halinize ey kör kılavuzlar!..
İsa’nın bu tespiti hakkında tartışmaya gerek var mı? İnsanlar mutlak surette bir beşeri kılavuz isterlerse seçecekleri kılavuzun gözünün açık olduğuna dikkat etmeleri gerekir. Gene İsa’nın öğretisine müracaat edelim:
(Matta İncili) 23-8 Kimse sizi öğretmen diye çağırmasın, çünkü hepiniz birbirinizin kardeşisiniz ve sizin bir tek öğretmeniniz vardır.
(Yuanna İncili) 6-45 Peygamberler şunu bildirdi:”Tanrı herkese öğretecektir.”
Dünya hayatında her birimiz diğerlerinden sürekli bir şeyler öğrenir. Her birimiz birbirimizin öğretiminde vasıta oluruz. Vasıta olma, beşeri mantıkla yaklaşırsak olumlu veya olumsuz olabilir. Önemli olan olayların içinde kaybolmamak, mümkün olursa biraz yukardan bakabilmektir. Ancak o zaman gerekli dersleri alabiliriz.
İsa’nın öğretisinde bahsedilen tek öğretmenden kasıt acaba nedir? Bu sorunun cevabını da Kur’an’dan bulalım:
(Kur’an) 55-1,2,3,4 O Rahman.
öğretti Kur’an’ı
Yarattı insanı
Belletti ona duygu ve düşüncelerini ifade etmeyi
(Kur’an) 2-31 Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti.
Başvurulacak kaynak kitaplar da bellidir. Onlar ilahi mesajı ileten kitaplardır. Bazı Kur’an ayetlerini hatırlayalım:
(Kur’an) 45-20 Bu Kur’an, insanların kalp gözlerini açacak ışıklardan oluşur. Gereğince inanan bir toplum için de bir kılavuz ve bir rahmettir o.
(Kur’an) 5-46 ...Meryem oğlu İsa’yı gönderdik....Ona İncil’i verdik. Hidayet ve ışık vardı onda. Tevrat’tan yanında olanı tasdikleyici idi. Doğruya ve güzele kılavuzdu...
(Kur’an) 5-44 Biz indirdik Tevrat’ı biz. İyiye ve güzele kılavuz var onda, ışık var...
O halde, dinin bireyselliğini de hatırlayıp her birey özgür seçimi ile istediği kitap veya kitaplardan yararlanarak aradığı ışığı bulmaya çalışmalıdır.
Işığı bulan ve hedefe yürürken, sürekli yeni gerçeklere gözünü açan ve her seferinde tekrar tekrar dirilen bir varlık aydınlanmaya başlamış ve giderek daha fazla aydınlanmış olmaz mı? Aydınlanmaya başlamış bir bireyle ilgili olarak bakın İsa nasıl bir benzetme yapmış:
(Luka İncili) 11-33,34,36 Hiç kimse bir lambayı yakıp onu bir kap altında saklamaz; tersine lambayı bir direğe asar ve insanlar gelirken o ışığı görürler / Gözleriniz bedeninizin lambasıdır. Gözleriniz iyiyse bütün bedeniniz aydınlanmıştır. Gözleriniz iyi değilse bütün bedeniniz tamamen karanlık içindedir.
Eğer bütün bedeniniz aydınlanmışsa, bedeniniz pırıl pırıldır aynen bir lambanın sizi aydınlatması gibi.
Herhalde bahsedilen göz biyolojik göz değildir. Herkesin gözü vardır ve bakma işlemini yerine getirirken çoğu görememektedir. Gönül gözü açılmış olanlar ise aydınlanmaya başlarlar. Mutlaka aydınlanmanın sonu yoktur. Ancak birey gerçekten gönül gözü açılmış ve sonuçta farklı gerçeklere gözünü açarak aydınlanma yolunda yol alabilmişse, kim bilir belki de o birey artık içinde yaşadığı topluma da ışığını yönelterek başka bireylerin de karanlıktan kurtulmaları yönünde hizmet verebilir. Herhalde bu kişilerin İsa’nın dediği gibi öğretmenlik havasına girmeden görevi yapabilecek olgunluğa ulaşmaları beklenir. Sonuçta hepimiz birbirimize hizmetle yükümlüyüz. Her bireye maddi ve / veya manevi alanda verilenler aynı zamanda o bireyler için bir sınav vasıtası olmaktadır ki bunu zaten Kur’an çok güzel hatırlatır.
(Kur’an) 6-165 ...Verdiği nimetlerle sizi denemek için kiminizi kiminiz üzerine derecelere yükseltmiştir...
(Kur’an) 57-23 ...Çünkü Allah, kendini beğenip sevinenlerin hiçbirini sevmez.
Birey, Allah katında hiç kimsenin ayrıcalıklı olmadığını bilmelidir. Aydınlanmanın yollarını arayıp ve sürekli daha fazlasını talep ederken, aldığını da diğer insanlarla paylaşabilmelidir. Toplumun mutluluğu ancak bu yolla elde edilebilir.
Tefekkür kılar isen cümle sende bulasın
Yunus Emre
DÜŞÜNME
(Kur’an) 73,1,4 Ey örtüsüne bürünen! ....Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku.
Kur’an’ın bu ayeti son peygambere yönelmiş bir emirdir. O peygamber ise Kur’an’ın kendisine indirildiği peygamberdir. İlahi mesajı alan son peygamberin Kur’an ayetlerini yavaş yavaş ve düşünerek okumasının istenmesinin sebebi ne olabilir? Bu sorunun cevabını pek çok Kur’an ayetinde görüyoruz.
(Kur’an) 38-29 Kutsal bir Kitap bu; sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt alabilsin temiz özlüler.
Kur’an, vermeye çalıştığı mesajın anlaşılmasını ve hedefe yönelik olarak ne yapılması gerektiği ile ilgili olarak öğüt alınmasını istiyor. Bunun için de, bireyin aynen son peygambere önerildiği gibi Kur’an’ı yavaş okuması ve düşünmesi ve düşünerek de öğüt alması gerekir. Ancak Kur’an insanların düşünmemesinden ise çok şikayetçidir:
(Kur’an) 47-24 Peki bunlar, Kur’an’ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?
(Kur’an) 54-17 Andolsun ki, biz Kur’an’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık fakat düşünen mi var?
Bu son ayet, aynı surede üç ayrı ayette (54-22,32,40) daha, aynı kelimelerle tekrar edilmektedir. Kur’an’ın indirildiği dönemde düşünen olmadığı konusunda ısrar ediliyor. Aradan geçen uzun süre de de çok fazla bir değişiklik olduğunu söylemek mümkün müdür? Sorunun cevabını da herhalde Kur’an bağımlılarının yaşadığı coğrafyaya bakarak bulabiliriz. Kur’an, daha önce yaşayan toplumların öğüt alabilmesi için onların da ilahi mesajdan nasiplendirildiklerini söylüyor:
(Kur’an) 28-43 Andolsun, biz, nesilleri helak ettikten sonra Musa’ya Kitap’ı, insanlar için basiretler, kılavuz ve rahmet olarak verdik ki düşünüp öğüt alabilsinler.
İlahi mesaj, görevliler, yani peygamberler tarafından topluma iletilmiştir. Hem Eski Ahit, hem de İsa’nın öğretisi, tebliğ edildiği dönemdeki Yahudi toplumunun dili ile indirilmişken Kur’an ise Arap dilinde indirilmiştir. İlahi mesaj sadece mesajın verildiği peygamberin ait olduğu toplumla ilgili değildir. Bütün insanlık ailesi aynı yüce güç tarafından yaratılmış olup mesaj bütün insanlık ailesini ilgilendirir. Belirtilmelidir ki mesajı ileten peygamberin ait olduğu toplum hiçbir şekilde seçilmiş bir toplum olamaz. Bunun tersini iddia etmek Yaratan’ın adaletini reddetmek olur. Ayrıca anlamamız gereken diğer bir konu ise; ilahi mesajın anlaşılabilmesi için, düşünülmesi gerektiğinden hareketle, birey eğer ilahi mesajın indirildiği dili bilmiyorsa okuduğu metinler hakkında nasıl düşünecektir? Bireylerin çoğunluğu kendi ana dilinden başka dil bilmemektedir. Bireyin kendisi ile en iyi düşünebildiği dil ise kendi anadilidir. O halde ilahi mesajın, arzulanan öğüt alınabilme hedefine ulaşması için her bireyin kutsal metinleri kendi anadilinde okuması ilk adımdır.
Kur’an Türkiye’de asırlardır Arap dilindeki metinden okunmaktadır. Kur’an’ın dilinin niçin Arap dilinde olduğunu Kur’an bakın nasıl açıklıyor:
(Kur’an) 12-2 Biz onu sana, aklınızı çalıştırasınız diye, Arapça bir Kur’an olarak indirdik.
(Kur’an) 41-44 Eğer biz onu yabancı bir dille Kur’an yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: Ayetleri detaylandırmalı değilmiydi? İster yabancı dilde, ister Arapça! Deki: O, iman edenler için bir kılavuz, bir şifadır.
(Kur’an) 42-7 İşte böyle! Biz sana Arapça bir Kur’an vahyettik ki, ülke ve medeniyetlerin anasını ve çevresindekileri uyarsın...
Kur’an’ın ilk hedefi muhtemelen Mekke ve çevresinde yaşayanları uyarmaktır. Bu bölgesellik Kur’an’ın evrenselliğine işaret eden ayetlerle çelişiyor mu? Aşağıda verilen Kur’an ayetine göre cevap hayırdır:
(Kur’an) 81-27,28 O, alemlere bir öğütten başka şey değildir. İçinizden, dosdoğru yürümek isteyenler için.
Arap dilinin alemlerin dili olduğunu hiç kimsenin iddia etmek gibi gülünç bir iddiaya sahip çıkacağını zannetmiyorum. Yapılacak şey Kur’an’ı takip edenlerin, ilahi mesajı kendi ana dilinde okuması ve, Kur’an’ın isteğine uygun olarak düşünüp öğüt alabilmesidir.
Kur’an’ın Arapça metinden okunması ile acaba doğru mu davranılmaktadır? Ateş; Mekke’lilerin ve Kufe’lilerin çeşitli ayetleri farklı şekilde okudukları ve o zamanda farklı anlamlar ifade ettiğini bildirmektedir ki o kişiler için Arapça, ana dilleridir. Arap dili ana dil olmayanların ve özellikle de sıradan insanların Arap dilinde Kur’an okurken yapabilecekleri hatalar, bütün iyi niyetlerine rağmen doğrumudur?
İlahi mesajın her toplumun kendi ana dilinde verilmesi gerektiğini Yeni Ahit’te belirtir.
(Yeni Ahit, 1-Korintliler) 14-10,11,19 Kuşkusuz dünyada çeşit çeşit diller vardır, hiçbiri de anlamsız değildir.
Ne var ki, konuşulan dili anlamazsam, ben konuşana yabancı olurum, konuşan da bana yabancı olur. Kilisedeki ayinde, yabancı bir dilde on bin kelime konuşmaktansa, cemaatin konuştuğu dilden beş kelime konuşmayı tercih ederim. Bu yol onların eğitilmesinde gereklidir.
Kim bilir Kur’an’ı takip edenlerin yaşadığı coğrafyada günümüzde gördüğümüz perişanlık muhtemelen bireylerin ilahi mesajı kendilerine anlatıldığı şekilde algılaması ve uygulamasıdır. Halbuki Kur’an her bireye hitap etmektedir. Her birey mesajını ana kaynaktan almalıdır. Yoksa kendisine anlatıldığı gibi değil. Aynı durum kısmen de olsa Eski Ahit ve Yeni Ahit bağımlıları için de geçerlidir. Ancak batı dünyası rasyonel düşünceyi geliştirdiği için teknolojik gelişmeyi ve beraberinde de maddi refahı sağlayabilmiştir. Ancak Batı toplumunun gerçekten mutlu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Batı dünyasında Yeni Ahit asırlarca Latince metinden okunmuş iken bugün pek çok ülke Yeni Ahit’i kendi dilinde okumakta ve kiliselerde kendi dilinde ibadet etmektedir. Gerek okurken ve gerekse ibadet ederken bireyin kullandığı dil kendi ana dilidir. Dolayısıyla ne dediğini bilerek, anlayarak söylemektedir. Benzer uygulamanın Kur’an bağımlıları tarafından da gerçekleştirilmesi, ilahi mesajın hedefe ulaşması için ne kadar yararlı olacağı, herhalde tartışılmaması gereken bir gerçektir.
Kur’an, ilahi mesajın anlaşılabilmesi için düşünmenin esas olduğunu bildiriyor. Ancak sadece düşünme, daha doğrusu bireyin mantığı ile olaya yaklaşmasından ziyade akıl ve gönül çalıştırarak ders alınabileceğinin de altını çiziyor:
(Kur’an) 13-19 ...sadece akıl ve gönlü işleyenler düşünüp ibret alır.
(Kur’an) 39-9 ....Deki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu? Ancak akıl ve gönül sahipleri düşünüp ibret alır.”
(Kur’an) 3-118...Eğer aklınızı işletirseniz Allah size ayetlerini açık seçik göstermiştir.
Yukarıdaki ayetlerde akıl ve gönül çalıştırmanın ne olabileceği hakkında Kur’an bazı açıklamalar da vermektedir:
(Kur’an) 22-46 Yeryüzünde hiç dolaşmadıklar mı ki, kalpleri olsun da onunla akıllarını çalıştırsınlar, kulakları olsun da onunla duysunlar. Şu bir gerçektir ki kafadaki gözler kör olmaz ama göğüslerin içindeki gönüller körleşir.
Görülüyor ki bireyin biyolojik olarak herhangi bir eksikliği olmasa bile bakmak ve görmek fiillerinin aynı olmadığı, bireyin ancak gönlü ile gerçekleri görebileceği ve ancak duyan ve gören kişinin aklını çalıştırarak düşünüp öğüt alabileceği anlaşılıyor. Diğer taraftan Kur’an, Allah’ın izni ile ancak, bireyin duyabileceğini anlatıyor:
(Kur’an) 8-23 Allah kendilerine bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara işittirirdi.
Unutmamalı ki beşer, beş duyu ile yaratılmıştır. Beş duyumuzla sadece üç boyutlu madde evrenini algılayabilir ki bu yeteneğimiz bile sınırlıdır. Örnek olarak gözümüzle göremediğimiz çok küçük maddi büyüklükleri optik ve elektron mikroskobu ile görebiliriz. Gece görüş dürbünleri ile karanlıkta da görebiliriz. Unutmayalım ki çıplak gözle göremeyip de optik cihazlar yardımı ile görebildiğimiz nesneler gerçekte vardır ancak çıplak gözle bakan için bu nesneler yoktur. Uygun cihazlar vasıtası ile onlar var olur. Kim bilir Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu akıl ve gönül işletme belki de üç boyutlu evrenin de ötesini algılayabilme yeteneğini bizlere kazandırabilir.
Kur’an akıl ve gönlünü çalıştıranlara çok değer verir ve onların önünde bakın ne ufuklar açmaktadır.
(Kur’an) 3-191 Aklı ve gönlü işletenler o kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışına derin derin düşünürler: “Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın...”
(Kur’an) 3-7 Kitap’ı sana indiren O’dur: Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitap’ın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşabihlerdir...Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilim de derinleşmiş olanlar...Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez...
Kur’an bu ayetlerde bir taraftan insan yapısı dinle ilgili bazı putları kırmakta, (yatarken de Allah’ı anmak gibi) ayrıca, aklını ve gönlünü çalıştıranların ancak, Kur’an’ın içsel manalarını da anlayabileceğini vurgulamaktadır. Bahsedilen anlayabilme nasıl mümkün olabilir. Yeni Ahit ve Kur’an bunun da cevabını vermektedir:
(Yuanna İncili) 6-45 Peygamberler şunu bildirdi: Tanrı herkese öğretecektir.
(Kur’an) 42-51 Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur; yahut da bir resul gönderir de kendi izniyle dilediğini vahyeder.
(Kur’an) 77-1 Andolsun o ardarda gönderilenlere / meleklere / rüzgarlara / vahyin bölümlerine / kalplere inen doğuşlara
Kur’an ilimde derinleşmeyi teşvik ederken, insanın bazı sınırlarına da dikkat çekiyor:
(Kur’an) 46-23 ....İlim ancak Allah katındadır.
(Kur’an) 64-18 Görünmeyen ve görünen alemleri bilendir o...
(Kur’an) 17-85 ...Ve size, ilimden sadece az bir şey verilmiştir.
İnsanlığın bilim ve teknolojide fevkalade büyük adımlar atması ve de atacak olması ile sağlanacak, insan ölçüsüne göre muazzam bilgi birikiminin, aslında Allah’ın ilminden bizlere verilmiş fevkalade küçük bir miktar olduğu anlatılıyor. Bu olay başka bazı ayetlerde de vurgulanıyor:
(Kur’an) 2-255 ...İnsanlar O’nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar...
(Kur’an) 81-29 Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
Ancak buradaki belirtilen sınırlamalar Allah’ın ilmi ile karşılaştırılamaz. Birey saf niyetle davranıp ilahi mesajı anlamaya çalışmalı ve gücü ölçüsünde hedefe ulaşmak için gayret göstermelidir. Çünkü ilahi mesajın kapısının dileyenlere daima açık olduğunu da gene Kur’an gösteriyor:
(Kur’an) 40-60 Rabbiniz buyurmuştur ki: “Dua edin bana, cevap vereyim size...”
Buraya kadar verilen ayetlerin tamamı bireysel düşünceye yöneliktir. Burada toplumsallık veya kurumsallık yoktur. Bütün bu ayetler ilahi mesajın alınmasını talep ederken, mesajın alınabilmesi için de bireye hitap ederek Allah’ın dininin bireyi hedef aldığını ve dinin bireyselliğinin tekrar altını çizmektedir.
Şeriat ehli ırak
Eremez bu menzile
Yunus Emre
TEKÂMÜL-YÜKSELİŞ
Yaratılan ve dünyada kendisine geçici bir süre yaşam hakkı verilen Ademoğullarının hedefi kutsal kitaplarda belirtilmiştir. Hedefe ulaşabilmek için takip edilecek yolun ise tamamen bireysel olduğu ve peygamberler vasıtasıyla indirilen mesajın bu yolun aydınlatma lambaları olduğu da görülmektedir. Bahsedilen yolda ilerleyebilmek ise ruhsal gelişmeyi yani tekâmülü gerektirir ki bu gerçek Kur’an’da pek çok ayette vurgulanmaktadır.
(Kur’an) 43-13,14 ....Rabbinizin nimetini hatırlayarak şöyle diyesiniz: “Ve gerçekten biz halden hale geçerek Rabbimize mutlaka döneceğiz.
Pek çok Kur’an ayetinde anlatıldığı gibi dönüş Yüce Yaratan’a dır. Ancak bu dönüşü yapabilmek için belli ki halden hale geçmek gerekiyor. Bu ayette bahsedilen “halden hale geçmek” ile kastedilen nedir?
(Kur’an) 76-2 Doğrusu, biz insanı karışım olan bir spermden yarattık. Halden hale geçiririz onu. Sonunda onu işitici, görücü yaptık.
Bu ayette söylenen, spermden embriyonun oluşması ve daha sonra embriyonun geçirdiği evreler, haller midir? Yoksa ayet (43-14) de daha açıkça vurgulandığı gibi farklı bir gelişmeye mi işaret edilmektedir? Doğan her bebeğin sağlıklı olmadığını ve görme veya işitme özürlülerin de olduğunu biliyoruz. Ayet (76-2) de birinci cümlede zaten “yarattık” deniyor. Yani biyolojik biçimlenme tamamlanmıştır. Ayrıca kafadaki gözlerin körleşebileceği, görücülük işlemi için gönül gözünün açılması gerektiğini Kur’an söylemektedir (Kur’an 22-46).
Yukarıda verilen ayetlerde anlatılan ve insanın Rabbine dönüşü ile ilgili Kur’an mesajını güçlendiren diğer bazı Kur’an ayetleri de görülebilir:
(Kur’an) 84-6 Ey insan, sen Rabbine varmak için çok didinecek, sonunda ona kavuşacaksın.
(Kur’an) 84-19 Ki siz boyuttan boyuta halden hale mutlaka geçeceksiniz.
Verilen ayetler beşere tekâmül etmesi gerektiğini anlatırken beşerin tekâmülünde Yaratan’ın planını da gösteriyor. Ayrıca hedefe varmanın beşer için bir ödül olduğunu, Kur’an kavuşma terimi ile veriyor ve fakat bunun için boyuttan boyuta geçmemiz gerektiğini de vurguluyor. Boyutlarla ilgili olarak çok üstü kapalı bir ifade ise aşağıdaki ayette verilmektedir.
(Kur’an) 70-3,4 Yükselme boyutlarının / derecelerin sahibi Allah’tan dır o.
Melekler ve Ruh miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O’na.
Görünen o ki, beşeri Rabbine ulaştıran yolda geçilmesi gereken merhaleler var ki Kur’an’da bunlara yükselme boyutları veya yükselme dereceleri denmiş. Ayrıca şunu da görüyoruz. Melekler ve Ruh “O’na” eğer elli bin yılda ulaşabiliyorsa, dünyadaki zaman kavramı ile tek bir hayat döneminde bu kadar zorlu bir tekâmülü tamamlamamız nasıl mümkün olacaktır? Sorulmaya değer. Kur’an gerçeklerin işaretlerini veren bir Kitap olduğuna göre bu sorunun da cevabının bulunabileceğini sanıyorum.
Beşerin hedefine ulaşabilmesi için ruhsal yönden tekâmül etmesi gerektiği bellidir. Ancak Yaratan beşerin zayıflıklarını bildiği için bu konuda da yardım elini uzatmaktadır:
(Kur’an) 6-83 ...Dilediklerimizi derece derece yükseltiriz.
(Kur’an) 12-76 ... Dilediklerimizi derece derece yükseltiriz biz. Her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.
(Kur’an) 40-15 O Refi’dir, dereceleri yükseltendir; arşın sahibidir. Buluşma günü hakkında uyarmak için emrinden olan Ruh’u kullarından dilediğine indirir.
(Kur’an) 35-22 Diriler de eşit olmaz, ölüler de, Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere işittiremezsin.
Beşerin tekâmül edebilmesi de Allah’ın izni ile olabilmektedir. Her bireyin de derecesinin farklı olabileceğini anlıyoruz. Zaten her ümmetin hatta her bireyin takip edeceği yol farklı iken, dereceler de farklı olmalıdır. Bu farklılık Kur’an’da bazı ayetlerde en genel terimlerle ifade edilir:
(Kur’an) 56-7,8,9,10 Ve sizler üç sınıf oluvermişsinizdir.
İşte uğur ve mutluluk yaranı...
İşte şomluk ve bunalım yaranı...
Ve oluşta önde gidenler, yarışta önde gidenler...
(Kur’an) 35-32 Sonra, kullarımız arsından seçtiklerimizi Kitap’a mirasçı kıldık. İçlerinden öz nefsine zulmeden var. Orta yoldan gideni var. Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçeni var...
Kur’an daha önce gönderilen Kitapları tasdikler ve sürekli olarak insanlığa bütünlük içinde kalınmasını öğütler. Maalesef asırlardır görülen ve bugün de gördüğümüz gerçek bu değildir. Beşer bütünden ayrılış içindedir. Hatta Kur’an’a inandığını iddia edenler bile. Kur’an son peygamberle beraber olanların bütünlük içindeki konumlarını tekâmül çerçevesinde bakın nasıl anlatıyor:
(Kur’an) 48-29 Muhammed Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çok çetin, kendi aralarında çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secdeye kapanır görürsün. Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. Görünüşlerine gelince, yüzlerinde secde eseri / izi vardır. Bu onların Tevrat’taki nitelikleri. İncil’deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş. Filiz kalınlaştı, gövdesi üzerine dikildi. Ziraatçıları imrendirir bu ekin...
Her ne kadar tekâmülün sınırını bilemesek de, tekâmül etmiş varlıkların bütünü nasıl kucaklayabildiğini yukarıdaki Kur’an ayeti ne güzel ifade etmektedir. Din öğretisinin, daha önceki bölümlerde işaret edilen, bireysel karakterini hatırlayalım. O zaman karşımıza gene bireylerin derecelerinin farklı olacağı sonucu çıkar ki, Kur’an’da bu durum çeşitli ayetlerde biraz kapalı anlatılırken aşağıdaki ayette açık bir şekilde ifade ediliyor:
(Kur’an) 11-3 Af dileyin Rabbinizden; sonrada tövbe ile O’na yönelin ki, belirlenmiş bir süreye kadar sizi güzel şekilde nimetlendirsin ve her farklı derece sahibine hak ettiği ödülü versin...
Burada din öğretisi ile ilgili olarak toplumsallıktan ve kurumsallıktan bahsedilmez. Gene ön planda birey vardır. Eğer her bireyin derecesi farklı ise ödülü de farklı olacaktır. Ancak ödülü de hak etmek gerekir. Bunun için hedefe ulaşacak yolda yürümek lazımdır. Kur’an bu yola nasıl girilebileceğini de gösteriyor:
(Kur’an) 29-69 Bizim uğurumuzda didinenleri biz, yollarımıza elbette ulaştıracağız. Allah, güzel düşünüp güzel davrananlarla mutlaka beraberdir.
Güzel düşünüp güzel davranmak, yola girmek ve yolda ilerleyebilmek için gereklidir. Kur’an’ın sıklıkla vurguladığı bir şey de inanmışların barışa yönelik çaba harcamasıdır. Tekamül(yükseliş) yolundaki bireylerin derecelerinin farklı olması bir kıskançlık konusu olmamalı, tersine bireyleri, Kur’an’ın ifadesi ile, hayırlarda yarışmaya teşvik etmelidir. Bireylerin farklı derecelere sahip olmasından son peygamber bile nasibini almıştır:
(Kur’an) 17-79 Sana özgü bir ibadet olarak, gecenin bir kısmında, o Kur’an’la meşgul olmak üzere uykudan uyan. Böylece Rabbi’nin seni övülmüş bir makama / Makam-ı Mahmud’a ulaştırması umulur.
Açıkça görülüyor ki son peygamberin bile tekâmül etmesi gerekmektedir. Bizler ise ilahi emrin önünde eğilip gereğini yapmaya çalışmalıyız. Herhalde atılacak ilk adım, ayet (17-79)’da gösterildiği gibi Kur’an’ı anlamaya çalışıp, anladığımızı da hayatımıza yansıtmalıyız. Kur’an’ın bu konuda yol göstericiliği gene bir Kur’an ayeti ile vurgulanmış.
(Kur’an) 45-20 Bu Kur’an insanların kalp gözlerini açacak ışıklardan oluşur. Gereğince inanan bir toplum için de bir kılavuz ve bir rahmettir o.
Tekâmül yolunda ilerleyen insan ancak benliğini arıtarak hedefe ilerleyebilir. Tekâmül ise bireyin davranış ve hatta düşüncelerini de düzeltmesini gerektirir. Böyle bir değişim herkesten hatta son peygamberden de beklenmektedir:
(Kur’an) 17-37 Yeryüzünde kasılıp kabararak yürüme...
(Kur’an) 15-88 ....Müminler için kanadını indir sen!
Kur’an günümüze yönelik ne güzel mesajlar vermiş. Müslüman olduğunu ilan eden ve fakat zenginlik ve / veya siyasi iktidar sayesinde kabararak yürüyen ve diğer inananlara kapı kulu muamelesi yapanların kulaklarını çınlatalım.
Kur’an’da tekâmül yolunda ilerlemiş varlıklara verilen hediyelerden de bahsedilir. Örnek olarak Davud ve Süleyman’la ilgili olanlara bakalım:
(Kur’an) 27-15 Andolsun biz, Davud’a da Süleyman’a da bir ilim verdik. Onlar şöyle dediler: Bizi, mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun.
(Kur’an) 27-16 Süleyman, Davud’a mirasçı oldu ve şöyle dedi: “Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize her şeyden biraz verildi. Kuşkusuz bu apaçık lütfun ta kendisidir.”
Allah’ın ilmi sonsuzdur. Bu ilimden nasiplenenlere bazen doğa üstü güçler de verildiğini Kur’an hatırlatmaktadır:
(Kur’an) 27-40 Kendinde Kitap’tan bir ilim olan kişi de şöyle dedi. “Ben onu sana, gözünü açıp yumuncaya kadar getiririm.” Derken, Süleyman tahtı yanında kurulmuş görünce şöyle konuştu...
Burada bahsedilen taht, gene Kur’an’a göre (27-41,42) Saba Melikesi Belkıs’ın tahtıdır. Kur’an’da gerçeklerin bahsedildiği biliniyorsa, beşerin geçmişten günümüze kadar olan serüveninde kazançları yanında çok kaybı da olduğu anlaşılır. Kayıplarımızın sanıyorum ruhsal olanda olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.
Gönderilen Tanrı elçileri vasıtasıyla tebliğ edilen ilahi mesaj Adem’in çocuklarının bu dünyadaki hayatları süresince eğitilmeleri içindir. Bizler ise dünya yaşantımızdan biliyoruz ki her eğitim, öğrencinin başarısını da ölçen vasıtalar kullanır. Bilinen en etkili metot ise imtihandır. Bu gerçek Kur’an’da anlatılmaktadır:
(Kur’an) 29-2 İnsanlar inandık demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiçbir imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar.
Kur’an insanların yüz yüze gelecekleri imtihanların metodu konusunda da bazı açıklamalar yapmaktadır:
(Kur’an) 29-3 ...biz onlardan öncekileri de fitne yoluyla denemişizdir. Allah özüyle sözü bir olanları elbette bilecektir.
(Kur’an) 21-35 Her canlı ölümü tadacaktır. Biz bir imtihan aracı olarak sizi şer ile de hayır ile de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.
Bireyin bu dünyada ki hayatında giydiği bu biyolojik beden bu dünya için belki uygundur. Ancak bireyin bu dünyayı algılaması bir ikilem içindedir. Bu ikilemin ayırt edilmesinde ise sanırım sadece mantığı etkilidir. Bireyin mantığı ise herhalde bireyin yaşama içgüdüsü ile alakalıdır. Bu mantık çerçevesinde herhangi bir şey birey için o anı düşünerek iyi ise o şey hayırlıdır. Yok bireyi rahatsız ediyorsa o şey birey için kötüdür. İyi ve kötü sadece bu dünya hayatındaki yaşamamızda karşılaşabileceğimiz ikilemlerden sadece bir tanesidir. Ancak önemli olan sonuçtur. Beşer mantığı ile herhangi bir şeyin iyi veya kötü olması önemli değildir. Önemli olan bu şeyin bireye ne kazandırdığıdır. Olaya biraz yukardan bakarsak Kur’an’da gösterilen hedefe gitmeye uğraşan bir bireyi görüyoruz. O yüzden meydana gelen şey, bireyin mantığına göre iyi veya kötü, ne olursa olsun, eğer bireyin ruhsal tekâmülüne yardımcı oluyorsa o şey herhalde hayırlıdır. Herhangi bir olaya biraz yukardan bakabilmek için de aklımızı kullanmamız gereklidir. Çünkü mantık böyle bir konuda yeterli değildir. Mantıkla hareket eden bireyin önüne konan sınavı başarabilmesi pek mümkün görülmemektedir. Ayrıca unutulmamalı ki başarılamayan sınavlar tekrar tekrar önümüze gelecektir. Bu konu ile ilgili olarak bumerang etkisini unutmayalım. Benliğimiz dışına ne gönderirsek aynen bize geri gelir.
Kur’an bazı başka sınav metotları konusunda da ipuçları veriyor:
(Kur’an) 25-20 Biz sizi birbiriniz için imtihan aracı yaptık
Bu ayette işaret edilenleri, eminim her birey hayatının her anında ailesi içinde, iş hayatında, sokakta her an yaşamaktadır. Acaba konuşurken kelimelerimizi özenle seçmek için gayret etsek veya davranışlarımızı hemen uygulamaya koymasak kim bilir belki de kutsal kitapların insanlığa vaat ettiği cenneti, burada, bu dünyada kendimiz oluşturabiliriz. Kur’an’ın işaret ettiği bu sınav metodu ile ilgisi yönünden İsa’nın öğretisini hatırlayalım:
(Matta İncili) 5-39 ...Birisi sağ yanağınıza vurursa ona sol yanağınızı da çevirin...
Burada beşere önerilen fiil herhalde beşer için fevkalade zordur. Ancak tekâmül yolunda ilerlemek isteyenlerin ulaşması gereken bir olgunluk derecesi gibi de görünüyor. Benzer şekilde sözlü sataşmalara acaba hiç cevap vermesek ve sürtüşmeyi tırmandırmasak nasıl olur? Herhalde sonuçta kazançlı çıkacak olan yumuşak davranandır. Bu çerçevede İlahi mesajın insanlığa önerisiningenelleşmiş halini de gene Yeni Ahit’e bakarak görelim.
(Matta İncili) 5-5 Kutsananlar yumuşak davrananlardır; çünkü dünyanın mirasçısı olanlar onlardır.
Bireyin atacağı bumerangın kendisine aynen geri geleceğini hatırlayalım. Kur’an’da işaret edilen sınav metotlarına devam edelim.
(Kur’an) 6-165 ...Verdiği nimetlerle sizi denemek için kiminizi kiminiz üzerine derecelerle yükselmiştir.
Hedefe ulaşmak için gerekli yolu bulabilen ve Allah’ın izni ile tekâmül eden bireylerin bile bu tekâmülleri vasıta edilerek de denenmekte olduğu görülüyor ki tekâmül yolunda daha ileri gidebilsinler. Böyle bir sınavda başarılı olabilmenin yolunu gene Kur’an gösteriyor:
(Kur’an) 91-9 Benliği temizleyip arındıran gerçekten kurtulmuştur.
Benlik tekâmülün her aşamasında farklı şekillerde önümüze çıkabilir. Önümüze çıkartılan sınavlarda başarılı olabilmek için arınmayı talep etmekten başka bir çare de herhalde görülmemektedir. Bireyin sınavlarında başka imtihan araçları da vardır:
(Kur’an) 64-15 Şu da bir gerçek ki, mallarınız ve çocuklarınız bir imtihan aracıdır. Allah’a gelince, onun katında büyük bir ödül vardır.
(Kur’an) 3-186 Yemin olsun ki, mallarınızla da canlarınızla da imtihan edileceksiniz.
Beşer dünyada iken belki de hükmetme arzusu ile biriktirmeye ve sahip olduklarını, her yolu deneyerek artırmaya yönelir. Kur’an daha önceki ayetlerde belirttiği malla imtihanda başarı gösterilebilmesi için paylaşımı esas alıyor:
(Kur’an) 8-2,3 İnanmış olanlar o kişilerdir ki...
Ve kendilerine rızık olarak sunduklarımızdan bol bol dağıtırlar.
(Kur’an) 64-16 ...Ve benlikleriniz için bir hayır olarak infakta bulunun. Nefsinin cimrilik ve doymazlığından korunanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
(Kur’an) 16-71 Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altıdakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar?
(Kur’an) 3-133,134 ...O Takva sahipleri için hazırlanmıştır.
Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler...
Kur’an sadece bollukta değil darlıkta bile paylaşımı öneriyor. Sürekli biriktirenlerin, nerden geldiği belli olmayan aşırı zenginlik sahiplerinin hem de sürekli olarak ibadet ettiğini etraflarına gösterenlerin kulakları çınlasın. Daha önceki bölümlerde açıklanmaya çalışıldığı gibi birey ilahi kitapların mesajını kendisi almaya çalışmalıdır. Her birey kendi yolunun farklı olacağının bilincinde olarak, yolunu kendisi belirlemeli ve yoluna devam etmelidir. Seçtiği yolda ilerleyebilmesi için özgür seçimi ile belirlediği kitabına veya kitaplarına sarılmalı ve mesajı anlamaya çalışmalıdır. Sanıyorum doğru yolunda ilerlerken, birey ilahi mesajı, farklı zamanlarda farklı şekilde anlayacaktır. Bu ise tekâmülün tabii bir sonucudur. Kutsal kitaplarda önerilen ritüellerin yanında, inanmış bir birey için en güzel ibadet kanaatimce maddi zenginliğini, olmayanla ölçülü de olsa paylaşabilmektir.
Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmazız
Kamu alem birdir bize
Yunus Emre
İSLAM ve BARIŞ
Tek din olan Allah’ın dininin adının, Kur’an’da Arap dilinde İslam olduğu daha önceki bölümlerde belirtilmişti. İslam kelimesinin manasının Allah’a teslim olmak şeklinde ifade edilebileceğini de hatırlayalım. Özellikle batı ülkelerinde, ve ağırlıklı olarak da günümüzde İslam kelimesinin sadece Muhammed’i takip edenlerle ilgilendirilmesi ve ek olarak ta terörle özdeşleştirme gayreti içinde bulunulması dikkat çekmektedir. Kur’an’a inananların tamamının teröre bulaşanlarla aynı kefeye konmasının hangi amaca hizmet ettiğini anlamak zordur. Unutmayalım ki aynı Batı ülkeleri asırlarca önce çok uzun süren bir Haçlı seferleri dönemi yaşadı ve Ortadoğu ülkeleri toplumlarına da yaşattı. Gene aynı Batı, günümüzde de devam eden ve İncil’e dayalı olduklarını iddia eden mezhep çatışmalarını yaşadı. Günümüzde ise Kur’an’a inandıklarını ifade eden bir azınlığın terör yarattığı görülüyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi vahiy kitabına inanmış olursa olsun, Allah’a gerçekten teslim olmuş bir bireyin bir başkasının canına kıyması mümkün müdür? Bu çalışmanın konusu olan üç vahiy kitabı; Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kur’an, verdikleri mesajda devamlı bütünlüğü vurgulamışlar ve her kitap kendinden öncekileri doğrulayıcı olduğunu belirtmiştir ki bu fikirler daha önceki bölümlerde açıklanmaya çalışılmıştı. Kitapların üçünün de aynı mesajı verdiği ve insanlık ailesini Allah’ın dinine davet ettiği anlatılmıştı. Batı toplumlarının İsa’nın öğretisinin farklı bir din olduğu tezi ile kendilerinin yarattıkları bütünden ayrılma, daha önceki bölümlerde belirtilmişti. Batı toplumlarının bu davranışının uzun dönemde mesajın evrenselliğine hiçbir etkisi olamaz. Bin senenin dünya toplumlarının hayatında uzun bir dönem olmadığını da belirtelim. İlahi Mesaj’ın sürekli olduğu daha önceki bölümlerde açıklanmaya gayret edilmişti. O yüzden bu bölümde incelenecek olan barış konusu her üç kitap yönünden ele alınmaya çalışılacaktır.
İlk olarak, bakalım Kur’an ayetleri bu konuda bize neler söylüyor:
(Kur’an) 35-10 Temiz ve güzel kelime O’na yükselir, barışa yönelik amel de o kelimeyi yüceltir. Kötülükleri tuzak yapanlara gelince, onlar için şiddetli bir azap vardır.
(Kur’an) 13-29 İman edip barış uğruna iyi işler yapanlara müjde var, güzel bir gelecek var.
(Kur’an) 10-9 İman edip barışa yönelik amel sergileyenlere gelince, Rableri onları imanlarıyla doğruya ve güzele iletir...
Sadece birkaç tanesi örnek verilen bu ve benzer yüz civarında Kur’an ayetinde barışa yönelik iş yapmak teşvik ediliyor ve hatta iman etmiş olmak ve barışa yönelik iş yapmak ayetlerde birlikte geçmektedir. Bu Kur’an’ın bağlıları mı teröre alet olacak ve insanları mutsuz edecek? Biraz insaflı olmak gerekmez mi?Bu durumda iman etmiş birey veya toplumların başka birey ve toplumlara tuzak kurması mümkün müdür? İster terör olsun isterse askeri operasyonla savaş yapılsın bu birey ve toplumların gerçekten iman etmiş olmaları mümkün müdür? Savaş açmanın hangi şartlarda gerekli olduğunu Kur’an nasıl açıklıyor?
(Kur’an) 22-39 Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğratıldılar. Allah onlara yardıma elbette kaadirdir.
Görülüyor ki bir toplumun ancak kendisine savaş açıldığında savaşmasına izin veriliyor. Savaş ölüm demektir. Kur’an başka bazı şartlar gerçekleştiğinde de öldürmeye izin veriyor:
(Kur’an) 5-33 Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası şudur: Öldürülürler yahut asılırlar... yahut bulundukları yerden sürülürler...”
Burada da açıkça görüldüğü gibi gene savaşmak için savaş açılmasından bahsediliyor ve ayrıca yeryüzünde bozgun çıkaranlar yani huzuru bozanlarla mücadele edilmesi öneriliyor. Zaten günümüzde bile, beşeri kanunlara göre, huzur bozan eylemler cezalandırılma gerekçesini oluşturur. Kutsal kitaplar bireyler arasındaki ilişkilerde insan hayatına önem vermekte ve öldürmeyi yasaklamakta, ancak bir hakkın korunması durumu hariç olmak üzere. Eski Ahit’teki on emirden bir tanesi “öldürme” demektedir. Bazı Kur’an ayetleri bu konuyu biraz daha açmaktadır:
(Kur’an) 5-32 ...İsrailoğulları üzerine şunu yazdık: “Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesat sebebiyle olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir ve kim bir kişiye hayat verirse insanlara toptan hayat vermiş gibidir.”
(Kur’an) 17-33 Allah’ın saygıya layık kıldığı cana haklı bir sebep yokken kıymayın. Kim haksızlıkla öldürülürse, onun velisine söz hakkı vermişizdir. Ama o da öldürmede sınır tanımazlık etmesin...
Gerek Eski Ahit gerekse Kur’an haksızlıkla öldürmenin aynı fiille cezalandırılmasını önerir. Ancak Kur’an biraz daha yumuşak davranılmasını da teşvik ediyor:
(Kur’an) 16-126 Eğer ceza ile karşılık verecekseniz, ancak size yapılan kötülüğün türü ve miktarı ile karşılık verin. Eğer sabrederseniz, elbette ki bu sabredenler için daha hayırlıdır.
Bu Kur’an mı bağımlılarına öldürmeyi emrediyor? Gerek İncil gerekse Kur’an kötülüğe karşı affetmeyi de önerir. Matta İncili’ne bakalım:
(Mata İncili) 5-39 Size kötü davranandan intikam almayın. Sağ yüzünüze tokat atana sol yüzünüzü de vurmasına izin verin.
(Matta İncili) 5-44 ...Düşmanlarınızı sevin ve sizi cezalandıranlar için hayırlar dileyin.
İncil’e inanan ve Kur’an’ın diliyle “Biz Hıristiyanlarız” diyen toplumların asırlardır sergiledikleri ve bugün de gösterdikleri davranışlar acaba İsa’nın öğretisi ile uyuşuyor mu?
(Kur’an) 41-34 Kötülüğü en güzel tavırla sav. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir dost gibi oluvermiştir.
(Kur’an) 5-45 ...Kim kısası bağışlarsa, bu bağışlaması kendisi için günahlara bir perde olur...
(Kur’an) 5-2 ...Mescid-i Haram’a girmenizi engellediler diye bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi saldırganlık ve düşmanlığa itmesin. İyilik, güzellik, hayır, mutluluk ve takva üzere yardımlaşın. Kötülük, düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’tan korkun...
Verilen Kur’an ayetleri açıkça kötülüğe karşı bile iyilikle cevap verilmesini öneriyor. Kötü davranışların bağışlanmasını teşvik ediyor. Kur’an ayetleri bunları önerirken, Kur’an’a uyanların çoğunluğunun sergilediği davranışlar Kur’an’a karşı değil mi? Kur’an’a inanan toplumların çoğunun bugünkü acınacak durumu, acaba üzerinde derin derin düşünülmesini gerektirmiyor mu? Kur’an kötülük ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın diyor. Hatta reel politika denen şey gerektirse bile.
İman etmek ve barışa yönelik iş yapmanın birbirini takip ettiğine yönelik Kur’an ayetlerinden daha önce bahsedilmişti. Gerçekten iman etmiş olanlar hakkında Kur’an onlara verilecek ödülleri de anlatıyor:
(Kur’an) 58-22 ...Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır...Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlarda Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Allah’ın hizbi işte bunlardır. Dikkat edin, Allah’ın hizbi, başarıya ulaşanların ta kendileridir.
Allah’ın hizbine dahil olabilen ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilene ne mutlu. Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmiş bir kişinin insanları öldürmesi mümkün müdür? Böyle bir fiil yukarıda tekrar edilmiş Kur’an ayetlerine tamamen zıt değil midir. Kur’an barış karşıtları ile ilgili bakın ne söylüyor?
(Kur’an) 2-208 Ey iman sahipleri! Hepiniz toptan barış içine girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
Anlıyoruz ki barış içinde olmamak, Kur’an’ın tarifiyle toplum içinde huzursuzluğa sebep olmak şeytanın adımlarını izlemektir. Böyle insanlar Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilir mi? Belki sadece şeytanın hoşnutluğunu kazanırlar. Bu gibi bireylerin ise Allah’ın hizbi ile ilgisi olabilir mi?
Din öğretisinin, beşere özgürlüğünü kazandıracağından daha önce “DİN” bölümünde söz edilmişti. Ancak, din öğretisinin bireye ulaştırılmasında da özgürlük vardır ki Kur’an bunu özellikle vurgulamaktadır:
(Kur’an) 2-256 Dinde baskı-zorlama yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan net bir biçimde ayrılmıştır...
Ülkemizde geçmiş yıllarda ve hatta günümüzde bazı kişilerin ve toplulukların söylemleri ve davranışlarını Kur’an’ın mesajı ışığında incelersek ne görürüz? Bu kişilerin Kur’an’ı gerçekten anlayıp gereğini yaptıkları söylenebilir mi? O Kur’an ki son peygambere bile hitap ederken kendisinin sadece Allah’ın dinini tebliğle görevlendirildiğini söylemektedir. Din konusunda baskı ve zorlama yapma eğilimindeki kişiler kendilerini son peygamberin üstünde mi görmektedirler? Anlaşılması mümkün değildir. Özellikle günümüzde insan yapısı dinin toplumlar üzerinde baskı unsuru yapıldığını hatırlayalım. Dünya hayatında barışın sağlanmasının ne kadar önemli olduğu kutsal kitapların sürekli barışa yönelik mesaj vermesinden bellidir. Zaten barış olmayan bir yerde huzur olabilir mi? Din kitaplarının hedefi de birey olduğundan barışın sağlanmasının önemi açıktır. Bu konuda gene Kur’an farklı kitapların inançlılarını barış konusunda teşvik ediyor:
(Kur’an) 2-62 Şu bir gerçek ki, iman edenlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp barışa yönelik iş yapanların, Rableri katında kendilerine has ödülleri olacaktır. Korku yoktur onlar için, tasarlanmayacaklardır onlar.
Kur’an bu ayette barışın esas olduğunu belirtirken inançlı bireyleri, takip ettikleri kitap farklı bile olsa, kucaklamaktadır. Bu yaklaşım zaten din öğretisinin tekliği yani Allah’ın dini oluşu ile uyuşmakta ayrıca Kur’an’ın zaman üstü mesajını ve evrenselliğini de vurgulamaktadır.
Barışsever inançlıların bu dünya hayatında da ödüllendirileceklerini kutsal kitaplar işaret etmektedir. Örnek olarak Eski Ahit’e bakalım
(Eski Ahit, Mezmurlar) 37-10,11 Kötülük yaratanlar ortadan kaybolacak... Fakat alçak gönüllü olanlar yeryüzünün mirasçıları olacaktır.
Aynı konuya Matta İncili’nde de rastlıyoruz:
(Matta İncili) 5-5 Yumuşak huylu olanlara ne mutlu, Dünyanın mirasçıları onlar olacaktır.
Her iki ayetin benzeri Kur’an’da da görülür ki Kur’an bunu yaparken aynı zamanda daha önce verilenleri doğrulama görevini de yerine getirir:
(Kur’an) 21-105 Andolsun, Zikir’den sonra Zebur’da şunu yazmıştık: Yeryüzünde benim barışsever kullarım varis olacaktır.
Bu ilahi söz verişin yerine getirilişini de Kur’an müjdelemektedir:
(Kur’an) 39-74 Onlar da şöyle derler: “Hamd olsun o Allah’a ki bize vaadini yerine getirdi, bizi yeryüzüne halifeler yaptı. İşte cennette istediğimiz yerde konaklıyoruz.”
Barışseverlerin yaşadığı bir dünya cennetin kendisi olmayacak mıdır?
Dünyanın geçmişini hatırlayıp günümüze bakarak dünyanın geleceğinin mutlu insanların yaşadığı bir dünya olacağını umut edebiliriz. Gene umulur ki şiddet yanlısı bireyler ve devletler ve yeryüzünün herhangi bir bölgesinde düzenin bozulmasından yarar umanlar, en güçlü ve etkili silah olan barış karşısında kısa sürede etkilerini kaybederler. Bunun gerçekleşmesinin ise barışsever bireylerin barışa yönelik eylemlerinin gücüne bağlı olacağını belirtmeliyiz.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
-Good News Bible : American Bible Society, 1976, New York
-Tanakh : The Jewish Publication Society, 1988, New York
-Kur’an-ı Kerim Meali : Yaşar Nuri Öztürk, 1993, İstanbul
-Kur’an’ın Temel Kavramları : Yaşar Nuri Öztürk, 1998, İstanbul
-Tarih Boyunca İlim ve Din : Adnan Adıvar, 1969, Ankara
-Kur’an-ı Kerim Tefsiri : Süleyman Ateş, Milliyet Yay, 1988
-Kutsal Kitap : Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001
-Yunus Emre : Muzaffer Uyguner, Bilgi Yayınevi, 1997
-Yunus Emre : Yusuf Ziya İnan, Tekin Yayınevi, 1981
-Aşık Veysel : İnkilap Kitapevi, 2001